Türkiye her geçen gün aslında 2.5 senedir ‘geliyorum’ diyen IŞİD tehdidini daha da yakından hissetmeye başladı. Görünen o ki Ekim 2015’den itibaren Suriye ve Irak’ta savunmaya geçen IŞİD bu iki ülkede sıkıştıkça cepheyi genişletmek ve savaşı yaymak için Suriye ve Irak dışına taşmaya çalışıyor. Hem eylemcinin hem de kurbanlarının Türkiye vatandaşı olmaması açısından Türkiye’deki ilk ‘intihar saldırısı’ olan Sultanahmet bombalamasının da gösterdiği acı gerçek bu. Ne yazık ki IŞİD Suriye ve Irak’ta sıkıştıkça ‘taşıyıcı anne’ olarak kodladığı Türkiye’ye ve onun bereketli rahmine ihtiyaç duyuyor. Peki Ankara 2.5 senedir gümbür gümbür ‘geliyorum’ diyen IŞİD tehdidine karşı niçin etkin ve bütüncül bir mücadele stratejisi geliştiremedi? Bu soruya cevap olarak hem ulusal hem de uluslararası medyada Ankara’daki siyasi irade eksikliği konusunda uzun süredir yorumlar yapılıyor. Ama ben bu yazıda bu yorumların ötesine geçerek daha yapısal üç soruna yoğunlaşmak istiyorum.
Şimdi nedenleri sırası ile analiz edelim.[i] Daha önce Al-Monitor haber sitesinde yazdığım yazılardan derlediğim üç sorunu şu şekilde sıralamam mümkün.
Türkiye hukuk sistemi IŞİD’i hala ‘terör örgütü’ görmüyor
Türkiye’de halkın büyük çoğunluğu IŞİD’i terör örgütü olarak görüyor. Peki Türkiye’de yakalanan IŞİD militanlarının Türkiye’deki hukuki statüsü ne? Görüştüğüm güvenlik kaynaklarına göre Türk güvenlik güçleri tarafından ele geçirilen IŞİD militanlarına uygulanan hukuki süreçler ciddi yapısal belirsizliklerle dolu. Güvenlik güçleri tarafından yakalanan IŞİD militanlarını üç sınıfa ayırıyor:
- Türk vatandaşları,
- Türkiye’ye yasal yollardan girmiş ve pasaportlarında giriş damgası bulunan yabancılar,
- Türkiye’ye yasadışı yollardan girmiş yabancı kaçaklar.
Bir güvenlik yetkilisi şöyle diyor: ‘Avrupa Birliği (AB) uyum sürecinde yapılan yasal düzenlemeler nedeniyle artık kolluk güçlerinin şüpheli gördükleri kişileri somut gerekçeler olmadan kimlik kontrolü, göz altına alma gibi konularda yetkileri çok az. Örneğin bir kişi IŞİD militanı olduğunu kesin bilmemize rağmen Türkiye içinde şiddet eylemine yönelmemişse ona dokunamıyoruz.’
Öncelikle Suriye veya Irak’a yasadışı yollarla geçmeye çalışan Türkiye vatandaşlarının durumu şöyle. Suriye sınırındaki hudut birliğinde görev yapan bir personel ‘Sahadaki hukuki resim biz güvenlik güçlerini hiç korumuyor’ diyerek söze başlıyor ve devam ediyor ‘Bu öyle bir görev ki siz işinizi ne kadar yapmaya çalışırsanız aldığınız risk de o kadar büyük oluyor. Örneğin ben Türkiye’den Suriye’ye silahsız olarak geçmeye çalışan bir Türk vatandaşını görsem bile bu kişi hudut şeridindeki askeri yasak bölge dışında ise (Bu askeri yasak bölge 60 ila 600 m. arası) hiçbir şey yapamam. Askeri yasak bölge içinde ise gene bir şey yapamıyorum çünkü gelen kişilerin hepsine birileri tarafından yakalandıklarında nasıl ifade verecekleri çok iyi öğretiliyor. Yakaladığımız kişi turistik amaçla bölgemizde olduğunu ve yanlışlıkla askeri yasak bölgeye girdiğini söylediği anda kendilerini kolluk güçlerine teslim ediyoruz onlar da komik para cezaları keserek bu şahısları salıveriyorlar.’ Suriye ve Irak’tan Türkiye’ye yasadışı yollarla girmeye çalışırken yakalanan Türkiye vatandaşı IŞİD militanları için de sahadaki hukuki belirsizlik çok işe yarıyor. Üst düzey bir güvenlik yetkilisinin şu sözleri ilginç: ‘Yasadığı sınır geçişi yapan IŞİD militanlarının hukuki hakları konusundaki bilgilerinin çok yüksek olması ilginç. Onları yakaladığımız andan itibaren ilk ifadelerinde, adli tıptaki muayenelerinde ve ilgili savcılıktaki ifadelerinde hukuk sistemindeki boşlukları çok iyi istismar ediyorlar. Ben iki yıldır IŞİD militanı olduğunu kesin bildiğim yüzlerce Türk vatandaşının salıverildiğini kendi gözlerimle gördüm. Biz güvenlik güçleri olarak elimizden geleni yapıyoruz ancak hukuk arkanızda değilse ve hukuki düzenlemeler elinizi güçlendirmiyorsa kendi inisiyatifinizle ne kadar caydırıcı olabilirsiniz ki? Ben inisiyatif alarak IŞİD militanlarının geçişini engellemeye çalışan onlarca güvenlik görevlisinin haklarında şikayet olduğu için soruşturma geçirdiklerini biliyorum. Bu durumda kim risk alır?’
Türkiye hukuk sisteminin ne yapacağı konusunda en fazla belirsizlik olan grup Türkiye’ye yasadışı yollarla giren yabancı IŞİD militanları. Bir güvenlik görevlisinin şu sözleri bu konudaki vehameti tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor: ‘Suriye veya Irak’tan yasadışı yollarla Türkiye’ye geçen IŞİD militanları baş edilmesi en güç grup çünkü hukuki yönden statüleri tam bir muamma. Öncelikle bunlar yakalandıklarına yanlarında hiç bir kimlikleri olmuyor. Bir de bize kasten yanlış bilgi veriyorlar. Örneğin Mısırlı biri Yemenli olduğunu iddia ediyor, adını başka söylüyor ve bizlere çok inandırıcı bir hikaye anlatıyor. Bu kişilerin biometrik datalarını almak ve kimlik tespiti için ilgi ülkelere göndermek ve gelecek cevabı beklemek ortalama 3 ay. Peki bu insanları 3 ay hangi hukuki gerekçe ile ve nerede tutacaksınız? Deport etme kararı alsanız bile kimlik tespiti yapılmadan hangi ülke bunları alır? Bu statüde yani kimlikleri bile tespit edilememiş yüzlerce IŞİD militanının Türkiye’deki ceza ve tutuk evlerinde hakim karşısına çıkmayı aylardır beklediğini söyleyebilirim size.’
Bir diğer yetkili ise Türkiye-Suriye sınırındaki savcılık ve hakimliklerin (Özellikle sınıra en yakın olan Kilis Savcılığı ve Sulh Ceza Hakimliğindeki) iş yüküne dikkat çekiyor. ‘Her gün abartısız yüzlerce dosyanın geldiği bu kritik bölgede yeterli savcı, hakim ve adalet görevlisi olmaması nedeniyle işler daha da uzuyor ve karmaşıklaşıyor. Ben Adalet Bakanlığının bu bölgeye neden daha fazla savcı ve hakim göndererek takviye etmediğini anlamıyorum’ diyor.
Türkiye’de hükümet IŞİD’, resmi olarak ‘Terör Örgütü’ ilan etmese de gelen uluslararası baskılar nedeniyle 10 Ekim 2013’de bir genelge ile ‘IŞİD ile ilişkili kişilerin finansal kaynakların dondurulması’ kararı aldı. Hükümet yetkilileri bu genelgeye atıfta bulunarak ‘IŞİD’i terör örgütü ilan ettik’ diyor ama bu sözler sahadaki hukuki gerçekliğe bakınca pek de gerçeği yansıtmıyor.
Peki IŞİD Türkiye’de nasıl hukuki olarak ‘terör örgütü’ ilan edilebilir? Bu konudaki ilk yaklaşım IŞİD hakkındaki uluslararası hukuki metinlere ve normlara dayanarak Türkiye’de terör örgütü ilan edilebileceği görüşünde. Örneğin, Hakim Süleyman Özar’ın ‘Adalet Dergisi’nde yayınladığı akademik makalede Yabancı savaşçıların Suriye’ye gidişinin engellenmesi için çıkan 2178 Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararına dikkat çekilerek konunun kapsamına giren suç tiplerine (adam öldürme, savaş suçları, insanlığa karşı suç ve insan kaçakçılığı) uyumlu bir şekilde ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası metinleri göz önünde tutarak Türk ceza hukuku sisteminde değişiklik yapılabileceğine dikkat çekiyor.
Bu konudaki diğer bir yaklaşım ise doğrudan Türkiye’de gerçekleştirdiği şiddet eylemleri üzerinden IŞİD’i terör örgütü ilan etmek. IŞİD’in Türkiye’de somut olarak mahkeme süreci devam eden iki eylemi bulunuyor. Bunlardan ilki, IŞİD militanlarının Mart 2014’de Niğde'de iki güvenlik görevlisi ile bir sivilin ölümü, 7'si asker 8 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan silahlı saldırısı. Diğeri ise bir IŞİD militanı tarafından 5 Haziran 2015’de Diyarbakır’daki HDP mitingi esnasında gerçekleştirilen, 4 kişinin ölümü ve 100’e yakın kişinin yaralanması ile sonuçlanan bombalı saldırı. Ancak her iki davanın da yargılama sürecinin çok yavaş ve şeffaflıktan uzak olduğu görülüyor. Kısaca Türk hukuk sisteminin bu davalar üzerinden IŞİD’ı terör örgütü ilan etme konusunda isteksiz ve yavaş olduğunu söylemek mümkün.
Sonuç olarak; her ne kadar Türkiye’de kamuoyu algısı IŞİD’i terör örgütü olarak görse ve güvenlik bürokrasisi IŞİD’e yönelik daha sert tedbirlere yönelse de Türk hukuk sisteminde IŞİD militanlarının çok iyi bildiği ve iyi istismar ettiği gözlenen boşluklar nedeniyle Türkiye IŞİD’le etkin olarak mücadele edemiyor. Bu nedenle Türkiye IŞİD’le ciddi mücadele etme kararı verirse öncelikle ceza hukuku sisteminde ciddi düzenlemelere ihtiyacı olacak. Yoksa Türk kamuoyu hep yakalanan IŞİD militanlarının haberlerini okuyup mutlu olurken yakalanan bu militanların bir süre sonra büyük çoğunluğunun salıverildiğini bilmeden yaşıyor olacak.
Sınır güvenliği sorunu hala çözülebilmiş değil
Türkiye’nin toplam kara sınır uzunluğu toplam 2.753 kilometre. Bunun 560 kilometresini İran, 384 kilometresini Irak ve 911 kilometresini Suriye ile paylaşıyor. Özellikle Irak ve İran sınırlarında ortalama rakım 1800 metre civarında, zor arazi ve hava şartları sınır güvenliğini ve denetimini önemli oranda sınırlıyor. Suriye sınırındaki arazi ise nispeten düz ve rakım da düşük.
Türkiye’de kara sınırı güvenliğinden sorumlu kurumlar şöyle:
- Sınırların hemen ötesinde operasyon yapma, istihbarat toplama ve koordineden Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT),
- Sınır kapılarındaki insan giriş çıkışından Emniyet Genel Müdürlüğü,
- Sınır kapılarında eşya ve araç girişlerinden Gümrük Bakanlığı,
- Kara sınırlarının güvenliğinden Türk Kara Kuvvetleri Komutanlığı (ancak Kara Sınırları Kanunu’na göre Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın sadece “1.Derece Askeri Yasak Bölge” olarak adlandırılan 600 metrelik sınır şeridinden sorumlu olduğunun ve bu şeridin dışında bir yetkisinin olmadığının bilinmesinde fayda var)
- Sınır kapılarındaki veterinerlik, bitki sağlığı ve gıda güvenliğinden de Tarım Bakanlığı sorumlu.
Sınır idaresinden sorumlu “koordinatör” makam ise, İçişleri Bakanlığı’na bağlı sınır illerindeki kaymakamlar ve valiler. Yani Türkiye’de sınır güvenliği Türk devlet bürokrasisinde yaklaşık 28 farklı kamu kurum ve kuruluşunun “ortak” sorumluluğunda.
“Hükümet sınırları bilerek gevşek tutuyor” iddialarını bir kenara bırakırsak, Türkiye’nin sınır güvenliği konusunda zaafiyete yol açan ilk husus işte bu yetki ve sorumluluk karmaşası. Kamu bürokrasisi içindeki 28 farklı kurum ve kuruluşa verilen sınır güvenliği sistemi her kurumun “asli” değil de “ikincil” görevi olunca haliyle bir koordine ve yetki karmaşası başlıyor. Bir de bu yetki karmaşasına 1991 yılında çıkartılan ve halen güncellenememiş “karmaşık” sınır güvenliği mevzuatı eklenince ilgili kurumlar arasındaki yetki ve sorumluluk karmaşası iyice artıyor. Sonuçta herkesin sorumluluğu ve suçu birbirine atmaya çalıştığı bir yapı karşımıza çıkıyor.
Sınır güvenliği konusunda uzun yıllar hem saha hem de karargah ortamında çalışmış Ankara’daki üst düzey bir güvenlik yetkilisinin şu açıklamaları bu karmaşayı özetliyor: “Türkiye’de Kara Kuvvetleri, milli güvenliğe öncelik vermiştir. Bunun için sınır aşan kaçakçılık ve sınır ihlalleri ile çok fazla ilgilenmek istemez. Gümrük Bakanlığı’nın görevi ihracat ve ithalatla meşgul olmaktır. Ancak ona da ikinci görev olarak sınır kapısı güvenliği verilmiştir. Polis şehirde asayişi sağlamakla görevlidir. Ancak ikincil görev olarak sınır kapılarında da görev yapmaktadır. Kısaca, Avrupa’da sınırlar tek bir kurumun çatısı altında korunurken bizde bunun tam tersi bir durum yaşanıyor. 2013 yılındaki Reyhanlı saldırısının nasıl gerçekleşebildiği incelenirse sınır güvenliği konusunda Türk güvenlik bürokrasisinin nasıl sınıfta kaldığı görülecektir.”
Aslında ilginç şekilde AB adaylık sürecindeki Türkiye’nin kara sınırlarının güvenliği Avrupa Birliği’nin (AB) birinci derecede ilgi alanı içinde. Türk kamu bürokrasisinde sınır güvenliği konusunda halen devam eden bu yetki karmaşası Avrupa Birliği’nin 2013 yılı İlerleme Raporu’na da yansımıştı. Raporun “Dış sınırlar ve Schengen alanı” bölümünde Türkiye’de “henüz ayrı bir sınır yasası ile entegre sınır yönetimini uygulayacak bir sınır güvenlik teşkilatı kurulmadığı” belirtilerek, kamu kurumları arasındaki yetki karmaşası ve koordine eksikliği sert şekilde eleştirilmişti.
Türk güvenlik bürokrasisinin elinde “yılan hikayesine” dönen ESYS, aslında 2003’te Türkiye sınırlarının Schengen Müktesabı ile uyumlulaştırılması amacıyla 3.7 milyar Euro tahmini maliyetle başlamıştı. Türkiye’de yapılan çalışmalar sonrasında “Dış Sınırların Korunmasına Yönelik Strateji Belgesi” Türk ve AB’li yetkililerce imzalanmıştı. Bu belgeye göre; Türkiye’de tüm sınır hizmetlerinin askeri olmayan ve İçişleri Bakanlığı’na bağlı özel eğitimli ve profesyonel bir kolluk gücü ile yerine getirilmesi amaçlanmıştı. AB fonları ile desteklenen ve 2018 yılında tamamlanması planlanan bu projenin maliyeti 2012 yılında 8 milyar Euro olarak revize edilmiş durumda. ESYS projesi ile İçişleri Bakanlığı’na bağlı, başında sivil bir valinin görev yapacağı, 70 bin personelli “Sınır Muhafaza Genel Müdürlüğü” kurulacak ve bu müdürlük 4 yıla yayılan kademeli bir geçişle sınır güvenliği hizmetlerinin tamamının sorumluluğunu devralacaktı.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Başta Suriye’de yaşanan iç çatışmalar ve Irak’ta baş gösteren istikrarsızlık bu projenin yürürlüğe girmesini geciktirdi. Şu anda sınır güvenliği konusunda eski prosedürlerini bırakmış ancak ESYS’e de tam olarak geçememiş olan Türkiye güvenlik bürokrasisi için sınır güvenliği konusunda “köprüyü geçerken doluya tutuldu” benzetmesini yapsak pek de abartılı olmaz.
Sınır güvenliği konusunda “çok başlılık” ve kurumlar arası koordine eksikliği yanında bir diğer zafiyet alanı ise yeterli eğitimli personel ve teknolojik ekipman eksikliği. Özellikle Suriye sınırındaki kapılar kritik önemde olmasına rağmen buralarda bile yeterli eğitimli personel ve teknik ekipman yok. Örneğin, Suriye sınırındaki muhaliflerin kontrolünde bulunan sınır kapılarında ciddi anlamda fiziki ve teknik arama yapılamıyor. 11 Şubat 2014’de 13 kişinin öldüğü Cilvegözü Sınır Kapısı’nda yaşanan patlamanın ardından bombalı aracın geldiği muhaliflerin kontrolündeki Bab El Hava Kapısı’nda “patlayıcı dedektörlerinin” bulunmadığı ortaya çıkmıştı. Suriyeli yetkililer, olayın ardından Türk yetkililerden defalarca istemelerine rağmen halen bomba dedektörü alamadıklarını belirtiyor. Uzmanlar, Türkiye’nin kendi güvenliği için muhaliflere başta dedektörler olmak üzere bomba tespitine yönelik çeşitli eğitimleri vermesi gerektiğini ifade ediyor.
Dahası, Türkiye sınırın kendi tarafını ne kadar güçlü tutarsa tutsun, şu anda karşısında muhatap göreceği bir devlet olmadığı için tek taraflı olarak sınır hattının güvenliğinin sağlanması çok zor görünüyor.
Bir de tabii ki Türkiye’nin Irak ve İran sınırında Osmanlı dönemine kadar giden tarihi kaçakçılık yolları, Türkiye-Suriye sınırındaki tarihi tünelleri ve kaçakçıları buluşturan gizli yer altı çarşılarını düşündüğünüzde kaçakçılığı yüzlerce yıldır meslek edinmiş ailelerin bu konudaki tecrübe birikimi ve maharetlerini de göz ardı etmemek gerekiyor. Ankara’daki güvenlik yetkilisi sadece Türkiye’de Urfa ile Halep arasında en az 40 tane kaçakçı yer altı çarşısı olduğunu bildiğini, ancak bunların çok azını bulabildiklerini ifade ediyor.
Türkiye’nin sınır güvenliğini sekteye uğratan bir başka faktör ise hükümetin sınır güvenliği alanında yaşanan boşluğu Milli İstihbarat Teşkilatı’na (MİT) sınır ötesinde yetki vererek çözmeye çalışması. Ankara’daki güvenlik yetkilisine göre sınırda “MİT elemanlarının” kontrolündeki insan, araç ve malzeme geçişlerine hiç kimse karışamıyor, bu geçişleri kimse sorgulayamıyor, bu da aslında büyük bir güvenlik açığı çünkü sahada bu durumu istismar eden pek çok kişi var. Kısaca “MİT zırhına” bürünmüş tüm geçişlerin sınırdaki güvenlik güçlerinin denetimi dışında olması sahada bir başka güvenlik sorunu olarak karşımıza çıkıyor.
Sonuç olarak; Türkiye’nin özellikle Suriye sınırında halen yaşadığı sınır güvenliği alanındaki boşluğu sadece siyasi nedenlerde aramak doğru değil. Bu zafiyette, coğrafi faktörler, sınır güvenliği konusundaki çok başlılık, kurumlar arası koordinasyon eksikliği, sınır güvenliğinden sorumlu tek bir birimin olmaması, Suriye krizinin tam da Türkiye’nin sınır güvenliği reformu sürecine denk gelmesi ve hükümetin sınır güvenliği konusunda MİT’e tanıdığı görülen “denetimsiz” yetkiler rol oynuyor.
IŞİD etrafındaki istihbarat sisi
2011 yılında başlayan ve giderek kötüleşen Suriye iç savaşında Türk istihbarat birimlerinin ‘ılımlı muhaliflere’ destek olduğu konusunda hem ulusal hem de uluslararası basında pek çok haber ve yorum okuduk. İşte Türk istihbarat birimleri ile Suriye’deki Sünni muhalifler arasındaki yakın ilişki aslında bu muhaliflerle adı sıkça anılan IŞİD’in Türkiye’deki faaliyetlerini bir istihbarat sis perdesi arkasına çekiyor. IŞİD’in etrafındaki istihbarat sis perdesini anlamada en güzel örnek Niğde davası.
Niğde davası
20 Mart 2014’te, Suriye’den Türkiye’ye kaçak giren IŞİD militanları Kosova asıllı Alman vatandaşı Benyamin Xu, Kosova asıllı İsveç vatandaşı Çendrim Ramadani, Makedonyalı Muhammed Zakiri Niğde ilinde yol kontrolü yaptıkları sırada önce bir Jandarma Astsubay ve polis memurunu, sonra gasp etikleri kamyonun şoförü Turan Yaşar’ı öldürmüşler, olay yerinde çıkan çatışmada çoğu Jandarma personeli 17 kişiyi de yaralamışlardı. Daha sonra yakalanan bu kişiler Ankara’ya getirilmiş ve onları azmettirdiği iddia edilen Azeri Fuad Movsumov’la birlikte “kamu görevlisini görevinden dolayı öldürmek, ülkeye izinsiz olarak ateşli silah ve mermi sokmak, yağma” gibi suçlardan tutuklanmışlardı. Peki Niğde davasının önemi ne? Bu dava, bundan sonra Türkiye’de Türk güvenlik güçleri ile ID militanları arasında her an yaşanabilecek silahlı çatışmaların hukuki süreçlerinde emsal gösterilecek. Bu nedenle dava sürecinin hayati önemi bulunuyor.
Bir yazım için ben Niğde davasındaki mağdur avukatlarından Ali Çil ile görüşme imkanı bulmuştum. Ali Çil’e göre Niğde davası IŞİD mensupları olduğu belli kişilerin doğrudan sanık olduğu ilk dosya olduğu için hayati önemi haiz. Bir de mağdurlardan ikisi görevi başında şehit edilen iki güvenlik görevlisi olunca bu davada ilk kez Türk devleti mağdur, IŞİD mensupları ise sanık konumunda.
Kritik önemine rağmen Niğde davasının hem Türkiye hem de uluslararası kamuoyunda yeterince takip edilmemesinden şikayetçi olan Çil’e göre Türkiye’de en basit bir hakaret davasında bile mahkeme şayet sanıklar duruşmaya gelmezse izhar (zorla getirme) kararı çıkartır ama bu davada savcı devleti temsil etmesi gerekirken sanıkların duruşmalara getirilmesine yanaşmadı.
Ali Çil’in sanıkların getirilmesine hem devleti temsil eden savcılığın hem de mahkemenin niçin karşı çıktığı sorusuna cevabı net: ‘Sanıkların Türkiye'de olmadığı ve serbest bırakıldıkları yolunda kuvvetli şüphe var.’ ‘Bütün bunların sebebi ne?’ sorusuna Çil’in verdiği cevap ilginç. ‘Bu İD militanlarının birileri tarafından Musul’daki rehine krizinde İD’e takas olarak verildiği, bu nedenle Türkiye’de olmadıklarını söyleniyor.’
Çil’e göre Türkiye’de İD militanlarının yargılanması ve cezalandırılması için mevcut yasal alt yapı yeterli. Ancak Çil’in siyasi olduğunu düşündüğü baskılar davanın ilerlemesini geciktiriyor. Çil Türkiye’de siyasi iklim değişirse aynı mahkeme davaya olan bakışının olumlu şekilde değişeceğinden emin ‘çünkü’ diyor ‘ben dava ilerledikçe gördüm ki aslında mahkeme heyeti de iyi niyetli ve davanın ciddiyetinin farkında ancak onlar da siyasi baskı altında olunca bir şey yapamıyorlar.’
Kendisine Türkiye’de IŞİD militan ve sempatizanlarına yönelik en son göz altılar sorulunca Çil’in yüzünde yorgun bir tebessüm beliriyor. ‘IŞİD militanını yakaladın, gözaltına aldın veya tutukladın. Asıl olan davalar sürecidir. Türk yargısı ‘Türk milleti adına’ egemenlik ilkesini kullanıyor. IŞİD ile etkin mücadele etmek istiyorsan ilk şart yargısal süreç doğru, hızlı ve tarafsız işlemeli. Ama ne yazık ki işlemiyor. Niğde davası buna en güzel örnek. Bence IŞİD ile mücadeleyi sadece Suriye kuzeyini bombalamak olarak algılayanlar ciddi yanılgı içinde.’
İşte ‘Ankara niçin IŞİD’le etkin mücadele edemiyor?’ sorusuna cevaben vereceğim üç yapısal sorun. Şimdi asıl soru bunca gürültü patırtı ortamında kim bu yapısal sorunlara eğilecek ve bir çözüm bulacak?
[i] Bu yazıda yer alan bilgilerin bir kısmı yazarın daha önce AL-MONITOR haber sitesinde yer alan üç farklı yazısından derlenmiştir.