Metin Duyar

08 Ekim 2010

Şimdinin ekonomik gücü= geleceğin ekonomik gücü

Orta vadeli Avrupa Birliği borç sorunu endişelerine karşın, para politikası otoritelerinin...

Orta vadeli Avrupa Birliği borç sorunu endişelerine karşın, para politikası otoritelerinin finansal piyasalara destek konusunda verdiği ılımlı sinyaller küresel risk iştahını devam ettiriyor.
Almanya’dan beklentilerin üzerinde gelen Ağustos sanayi siparişleri de ekonomik görünümde son dönemde gözlenen iyileşme belirtilerini desteklese de, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarından Fitch’in İrlanda’nın kredi notunu üç kademe birden indirmesi ve tekrar indirebileceğini söylemesi AB endişelerini tekrar ön plana çıkarmış oldu.
ABD’de de Cuma günü açıklanacak tarım dışı istihdam için gösterge olarak görülen ‘’tarım dışı özel sektör istihdamı’’ (ADP) Eylül ayında artış beklentisine karşın yerine azalış göstermesi, piyasalardaki toparlanma hareketini de  duraksatmış oldu.
Dünya ekonomisindeki son gelişmeler  kısaca bu şekilde.
Peki gerçekte durum ne?

Dünya ekonomisi ne durumda ? 

Dünya ekonomisi, yaşanan finans krizi nedeniyle  epey hırpalandı biliyorsunuz.   İngiltere ve ABD başta olmak üzere dünyanın en önemli ekonomileri resesyonu tam da aşmış değil. Hükümetler, zor durumdaki bankaları kurtarabilmek için milyarlarca Dolar değerinde kurtarma paketleri  hazırlasa da,  tedirginlikleri halen devam etmekte.
Dünya ekonomisi hangi risklerle karşı karşıya?
İkinci kez resesyon tehlikesi ne kadar büyük? 
Bu soruların  yanıtları konusunda, Dünya Ekonomisi Enstitüsü Başkanı Dennis Snower ilginç yorumlarını  aktarmak istiyorum sizlere:
Dünya Ekonomisi Enstitüsü Başkanı Dennis Snower, dünyanın en büyük ekonomisinden yola çıkarak, "ABD'nin çift dipli resesyona girmesi mümkün" diyor. Aslında uzmanlara göre ABD ekonomisi tekrar teklemeye başlamış durumda. Gayri safi yurt içi hâsıla nisandan haziran ayına kadar sadece yüzde 1,6 oranında artış kaydetti. İşsizlik oranı ise yüzde 9,6 civarında.
Straubhaar'a göre ABD ekonomisinin önceki resesyonlarda olduğu kadar hızlı bir iyileşme gösterememesinin sorumlusu Obama yönetimi. Hamburg Dünya Ekonomisi Enstitüsü Direktörü, Obama yönetiminin Amerikan anlayışıyla uyuşmayan bir politika izlediğini belirtiyor. 
Straubhaar, "Bu anlayış, devletin gittikçe daha fazla sosyal demokratlaştığı, Avrupa türü sosyal refah devletini  yakalamaya çalıştığı bir sistem değil. Barack Obama, devletin öncülüğünde gerçekleşmesine çalışılan bir ekonomik büyüme ile halkın güvenini kazanamayacağını anlamalı" diyor.

ABD ile Çin’in  kur gerginliği
ABD yönetimi ise daha ziyade suçu başkalarında arıyor ve suçluları da çok hızlı bir şekilde buluyor. ABD’ye göre Çin, para biriminin değerini düşük tutarak avantaj sağlıyor ve karşılıklı ticarette büyük dengesizliğe yol açıyor. Nitekim iki ülke arasındaki ticaret açığında da artış yaşanıyor. ABD’nin Çin ile karşılıklı ticarette yılın ilk yarısındaki açığı 119 milyar dolar arttı. Bu tarz dengesizlikler, krizin ana nedenlerinden biri olarak görülüyor. 
Amerikan iktisatçı Snower, iki tarafın da harekete geçmesi gerektiğini düşünüyor ve ekliyor: "Eğer Çin zamanla bir sosyal refah devleti oluşturursa, halk da o zaman daha az tasarruf etmek zorunda kalacaktır. Bu, ekonomiye büyük katkı demektir. ABD’de bütçenin büyük risklere karşı güvenceye alındığı ve finans kurumlarının, yol açtıkları risklerin bedelini ödedikleri yeni bir finans ürünü yaratabilirsek, o zaman Amerikalılar da uzun vadede kalıcılığı olmayan bir tarzda tüketim yapmazlar.“

Euro Bölgesi'ndeki ülkelerin borç yığını sınırı çoktan aştı

Aşırı derecede borçlu olanlar sadece Amerikalı tüketiciler değil; aslında tüm dünya ülkeleri ucuz kredilerle yaşam koşullarını sürdürmenin çekiciliğine karşı koyamadılar. Bu yıl Euro Bölgesi'ndeki ülkelerin borç yığını tüm gayri safi yurt içi hâsılalarının yüzde 85'ini buluyor. Maastricht kriterlerine göre izin verilen oran ise sadece yüzde 60.
Yüksek borç oranı, ülkelerin daha yüksek enflasyona göz yummalarına yol açabilir. Bu durum, otomatik olarak borç değerini düşürüyor. Enflasyon başka bir tehlikeye daha, deflâsyona da sebep olabilir.
Dünya ekonomisini tehdit eden bir diğer tehlike ise hammadde. İktisatçı Straubhaar, sırf artan dünya nüfusunun bile hammadde fiyatlarını artırmaya yeteceğini söylüyor. Hammaddenin coğrafi olarak bir bölgede toplanmış olması ve bunların bulunduğu ülkelerdeki siyasi güvensizlik, ayrıca özellikle Çin'in sebep olduğu ihracat kısıtlamaları da hammadde fiyatlarının artmasına yol açacak diğer etmenler arasında bulunuyor. Çin'in bu tutumunu akıllı bir strateji olarak değerlendiren iktisatçılar, geleceğin hammaddesini elinde tutanın, ekonomik gücü de sahip olacağına inanıyor.
Straubhaar’in dikkati çeken en önemli yorumu: ‘’Geleceğin hammaddesini elinde tutan, ekonomik gücü de sahip olacak’’ cümlesinde özetlenmiş. ‘’Geleceğin hammaddesi’’ kuşkusuz öncelikle enerji ihtiyacını karşılayan hammaddeler olacak.
Enerji kaynakları ile ilgili gelişmiş ülkelerin uzun vadeli stratejileri olduğu ve buna göre ileriye yönelik hesapların  çoktan uygulamaya konulduğunu  tartışmak anlamsız (ABD’nin petrol için uyguladığı ‘’Irak senaryosu’’ iyi bir örnektir).  Enerji dışında yüksek teknolojide kullanılan hammaddelerin önemi de oldukça  fazla. Haliyle bunlarda çoktan, bu  teknolojiyi kullanan ülkelerce  kontrol altına alınmış olmalıdır. 
Geleceğe yönelik hammadde kullanımın şimdiden planlanabilmesi, haliyle  de şimdiden  kontrol altına alınmış olması;  gelişmiş ülkeler arasında ileride ki güç dengelerinin de nasıl olacağını kolayca anlatmakta. 
Gelişmiş ülkeler açısından buraya kadar bir sorun gözükmüyor tabi ki...
Ancak, gelişmekte olan ülkeler açısından durum hiç de parlak gözükmüyor. Bunun en önemli sebebi; gelişmekte olan ülkelerin geleceğe yönelik hammaddeleri ellerinde bulundursalar dahi,  bunlarla ilgili kararların çoktan alınmış olması nedeniyle hiçbir yaptırım şanslarının olmamasında yatıyor.
Özetlersek; az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler açısından geleceğin notları çoktan düşülmüş durumda ve temize çekme şansı çok fazla bulunmuyor.