Mete Çubukçu

06 Ekim 2009

Mesele sadece nükleer silah değil

Amerika İran'daki rejime karşı görünüyor ama kendisi için tehdit oluşturmayacak bir İslami yönetimin nükleer silahlarıyla uğraşmayacağı açıktır.

Amerika İran'daki rejime karşı görünüyor ama kendisiyle uyum içinde olan, kendi çıkarları için tehdit oluşturmayacak bir İslami yönetimin nükleer silahlarıyla uğraşmayacağını tahmin etmek güç değil.
William Burn artık klasik hale gelen Rouge States/Yoldan Çıkan Devletler kitabında “ABD’nin 1945’ten bu yana 40’tan fazla hükümeti, 30’dan fazla popülist ya da ulusal direniş hareketini devirme girişiminde bulunduğunu” yazar. Bu listeye 2000’den sonraki girişimler olan Irak, Haiti, Afganistan, Filistin ve İran dahil değildir. ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonraki açıkça işgal ettiği ülke sayısı 13. ABD ve müttefikleri ise 22 bin 963 kez Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı (NPT) ihlal etti. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun ABD ve müttefiklerini silahsızlandırmak için yaptığı teftiş sayısı ise sıfır. İran’ın da bir başka ülkeyi nükleer anlamda tehdit sayısı da aynı, yani sıfır.
Tüm bu rakamlar uluslararası reel politik açısından İran’ın hâlâ emin olamadığımız nükleer silahlarının niçin bu kadar önemsendiği konusunda ipuçları verebilir. Kategorik olarak nükleer silahlara karşı değil ve İran’daki rejimi uluslararası açıdan tehlikeli görüyorsak, bu ülkenin sahip olacağını varsaydığımız silahlara karşı çıkılma nedenini de kavrayabiliriz: Uluslararası sistemde delik açmaya çalışan, söz dinlemeyen ya da “bizden” olmayanın nükleer silaha sahip olma hakkı yoktur. Bu yüzden ABD, Fransa, İngiltere ve yenilerde Rusya’nın İran’a karşı çıkmasının nükleer silahlardan arınmış bir dünya ideali ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını da anlamak zor olmasa gerek.

“Biz izin verirsek ...”

G-20 Zirvesi’nde İran’ın yeni bir tesiste uranyum zenginleştirdiğini açıklaması, Washington’a arayıp da bulamadığı fırsatı verdi. Oysa Amerikan gizli servislerinin elinde İran’ın nükleer silaha sahip olduğuna dair hâlâ hiçbir kanıt yok. Özellikle Irak’ın işgaline gerekçe gösterilen ve içi boş çıkan iddialardan sonra gizli servisler bu konuya her nasılsa çok dikkatli yaklaşıyor. Uluslararası Atom Ajansı, İran’ın şu sıralarda zenginleştirdiği uranyumun nükleer silah aşamasına gelmediğini açıkladı. Yani hâlâ resmi hiçbir kanıt yok. Peki, tüm bunlara rağmen neden bu yaygara kopuyor?
Amerikan yönetici eliti ve gazetecileri arasında, İran’ın dünya için tehlike oluşturduğu fikri yaygın bir inanış. Bu inanış, var olan nükleer silahların insanlık için nasıl bir tehlike oluşturduğundan çok İran’ın sahip olması halinde dünyadaki hakim politikada yaratacağı çatlak korkusundan kaynaklanıyor.
İran’ın uzun yıllardır uranyum zenginleştirme çalışması yaptığı bir sır değil. Ülkede, sayısı yediye ulaşan tesislerin temellerinin bugün atılmadığı da biliniyor. İran’daki nükleer çalışmalar Amerika’nın desteği ile Şah Rıza Pehlevi dönemine kadar uzanıyor. Yani Şah döneminde İran’ın nükleer bir güç olması bizzat istenmiş ve desteklenmişti. Ama bu teknolojinin İslam Devrimi yöneticileri tarafından devam ettirilmesi uygun görülmez. Amerika her ne kadar İran’daki rejime karşı gibi görünse bile kendisiyle uyum içinde olan, kendi çıkarları için tehdit oluşturmayacak bir İslami yönetimin nükleer silahlarıyla uğraşmayacağını tahmin etmek güç değil. Ebedi ruhani lideri Humeyni her ne kadar nükleer silahlara sahip olmama konusunda görüş bildirdiyse de İran bu silaha sahip olmadan başına neler gelebileceğini tahmin edebiliyor. Nükleer silah bugünkü dünyada, maalesef, kafa tutabilmenin ve ayakta kalabilmenin simgesi. Özellikle kendilerini sürekli tehdit altında hisseden ülkeler için, Irak’ın durumu en somut örnek. Bu görüş Bağdat ve Tahran’da konuştuğunuz birçok kişi tarafından paylaşılır, nükleer silah bir güç ve ayakta kalma simgesi gibi görülür. Ayrıca rejimin ve Ahmedinecad’ın her türlü baskıcı yöntemine rağmen İran halkının herhangi bir dış tehdit, özellikle Amerikan baskısına karşı ortak tavır alması da İran’ın 30 yıldır yaşadığı tecrit politikalarının bir sonucudur. Bugün Ahmedinecad yönetiminin Şah dönemini aratmayan baskısına karşı çıkanlar bile herhangi bir nedenle yapılacak müdahaleyi bir “aşağılama ve boyun eğdirme” olarak algılıyor. Bu yüzden İran’a yönelik planlanan yoğun ambargonun, hatta bir saldırının rejimin devrilmesi anlamında hiçbir işe yaramayacağı ortada. Zaten bu bağlamda uzun yıllardır uygulanan ambargolar da hiçbir sonuç vermedi.
Türkiye hazırlıklı olmalı
Bu ikiyüzlü politika karşısında Başbakan Erdoğan’ın “İsrail’e ses çıkarılmazken İran’ı söz konusu etmek adil değildir” açıklaması her ne kadar haklı olsa da durum Türkiye açısından bu sözlerle ifade edildiği kadar basit değil. Türkiye’nin İran’a yönelik bir ambargo ya da bir saldırı karşısında ne yapacağı belirsiz. Naif bir komşuluk ilişkisi ya da komşularla sıfır sorun politikasıyla da çözülecek gibi değil. Bunun ilk işareti de Amerika’dan alınması planlanan füze savunma sistemleri. ABD’den alınacak Patritot füzeleri savunma amaçlı olmakla birlikte bu sistemin İran’dan gelebilecek tehditlere karşı kullanılacağı biliniyor. Hatırlanacak olursa ABD, Rusya’nın sert tepkisi karşısında füze kalkanı projesini Polonya’ya kurmaktan vazgeçmiş, karşılığında Rusya’nın İran’ı sıkıştırmasını talep etmişti. Rusya şimdi muhtemel bir ambargo kararı karşısında ABD ile birlikte hareket edecek. Amerika da Polonya’ya kuramadığı sistemin bir kısmını Türkiye’ye kaydırma niyetinde. Böyle bir durumda Türkiye, uluslararası reel politik ile mi yoksa bölgesel barış ve komşuluk ilişkileri içinde mi hareket edecek? Eğer ambargo uygulanacak olursa Türkiye’nin bu işe bulaşmadan sıyrılması mümkün olabilir ancak bir saldırı durumunda Türkiye, tarafını seçmek zorunda kalacaktır. Oysa tarafımız, hem nükleer silahlara hem de ABD’nin geleneksel baskısına karşı 3. bir yol olmalıdır.
Bozulan denklem
Ortadoğu açısından İran’ın anlamına gelince: İran, Amerika’ya karşı koymasıyla sokaktaki insanlar ve devlet dışı örgütler nezdinde bölgede lider ülke olarak algılanıyor. Ahmedinecad’ın popülaritesi giderek artıyor. Şii-Sünni ayrımı olmadan İran’ın bu tavrı desteklenirken “direnenin kazanacağını” fikri her yerde dile getiriliyor. Hemen söyleyelim: Böyle bir algı, İran’ın yükselişi karşısında varlıklarını tehlike altında gören baskıcı Arap rejimlerini ürkütüyor. İşte bu noktada bazı ülkelerin nükleer silaha sahip olmaya çalışması kuvvetle muhtemel görünüyor. Suudi Arabistan ve Mısır, İran’a kayan inisiyatifi tekrar elde edebilmek için bu yarışa girebileceklerdir. Peki, o durumda ABD bu ülkelere de İran benzeri yaptırıma girişecek mi? Geçen yıl Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve İsrail’e toplam 20 milyar dolarlık silah satışının gerçekleştiğini de unutmamak gerek. Yani ortada nükleer silahlar yokken konvansiyonel silah satışlarının bile bir anda rekor satış düzeyine ulaşması da ilginç değil mi? Ve tabii ki İsrail’in İran’a karşı her an harekete geçmeye hazır tavrı ve İran’ın silahlanmasından duyduğu rahatsızlığı unutmamak lazım. Yani İran meselesi salt bir rejim, nükleer silah meselesi değildir. (Radikal İki)