Bizde, kalburüstü liselerde bile tarih dersleri "fetih" üzerine kuruludur. İslam tarihi örneğin, Mekke'nin "fethi"yle başlayıp Emevi ordularının çala kılıç İspanya'ya ilerleyişini anlatır. "Türk tarihi" de öyle... 1071'de Malazgirt Zaferi ile "Anadolu'nun kapısı Türklere açılmış"tır. Sonrasında batıya ilerleyiş sürmüş, Osmanlı orduları Viyana surlarına dayanmıştır. Zira işin içinde vatan, millet sevgisi vardır. Derdimiz asla ve asla ganimet değil, fethettiğimiz yere adalet götürmektir. Fetih yapan padişahların "iyi"; duraklama ve çöküş dönemi sultanlarının "ayyaş", "kadın düşkünü", "akıl hastası" ve hatta "vatan haini" olması bundandır.
Birinci Dünya Savaşı'nda bile Çanakkale cephesinde destan yazmışızdır ama ah o Almanlar!.. Onlar yenildi diye biz de yenik sayılmışızdır. Çok şükür ki Kurtuluş Savaşı ile yedi düvele, tüm iç ve dış mihraklara Türk'ün gücünü yeniden göstermiş, vatanı kurtarmışızdır. Ucundan azıcık 2. Dünya Savaşı'ndan da bahseden tarih kitabı, 1940'larda sona erer ve herkese iyi uykular dileyerek kapanır.
Hem beğenmeyiz hem hayranız...
Fetihlerin tüm detayıyla anlatıldığı, toprak kayıplarının ise "hain kalkışma"lar olarak birkaç satırda geçiştirildiği tarih kitaplarımız sayesinde öğreniriz ne kadar güçlü ve kıskanılan bir millet olduğumuzu... Gerçi Osmanlı'dan başlayan "modernizm" hareketi, "garp düşmanlığı" ile "Batı hayranlığı"nı iç içe geçirecek, kafamızı biraz karıştıracaktır. "Battal Gazi" filmlerinin kalleş ve entrikacı Avrupalı'sı; idealize ettiğimiz, "ahlakını değilse de teknolojisini almamız gereken" bir realitedir artık. Fatih'in torunları olarak bir yanımız hâlâ küçümsese de "Frenk"leri, diğer yanımız gelişmişlik seviyelerinden maksimum payı almaya hazırdır. Her ne yolla olursa olsun!.. Tıpkı güney sahillerinde "Kolayca sevişiyor!" diye turist kadınların peşinden koşan, sonra arkalarından "Herkesle yatıyor!" diye konuşan turizm esnafıyızdır. Gurbetçiyizdir Kreuzberg sokaklarında... Memleketi hiçbir şeye değişmeyiz. Osmanlı tuğralı BMW de vatanperverliğimizin en büyük kanıtıdır!
'Fırçalı sarı kafa'nın peşinde cadı avı...
Yani çok farklı bir "milliyetçilik"tir bizimkisi. Sadece Rudolf Rocker'in öne sürdüğü "modern devletin siyasi din"i değildir tek başına... Wilhelm Reich'ın bahsettiği "cinsel baskı" ile temellendirmek de yetmez. Bizim milliyetçiliğimiz hem bunlardır hem de çok daha fazlası!.. O nedenle yalnız en cahil ve kaba kesimlerin değil, aynı zamanda "eğitimli" kitlelerin de ideolojisidir. Ve gün gelir, Belçikalı bir genç çıkar, elindeki bulaşık fırçasıyla ayna olur bu tutarsızlığa...
Basit bir şaka yapmak, belki de Youtube'da üç - beş "like" fazla almak istemişti Corentin Siamang... Türkiye Milli Takımı'nı Keflavik Havalimanı'nda görecek, yanındaki bulaşık fırçasını mikrofon, kendisini de gazeteci yerine koyacak ve Emre Belözoğlu'na fırçayı uzatacaktı. Bu çocukça espri sosyal medyaya düşer düşmez Türkiye sarsılacak ve Emre'yi bir gram sevmeyen Galatasaraylılar bile "milli takım kaptanına yönelik bu hakaret"i en ağır dille kınayacaktı. Sanal bir "cadı avı" başlamıştı internette. Daha üç gün önce Fransa milli marşını ıslıklayan biz değilmişiz gibi, herkes "fırçalı sarı kafa"nın peşindeydi şimdi. Ve ona benzettiği İzlandalı gazetecileri Instagram'da, Twitter'da tehdit etmekteydi!
'Eril dil'in utanç verici halleri...
İşin içine hem futbol hem de milliyetçilik girince, protestonun son derece eril, hatta maşist bir dille yapıldığına şahit oluyorduk diğer yandan... Sanal alemin "asena"ları, intikam arzusuyla yanıyor, İzlandalı hemcinslerinin Türk erkekleri tarafından taciz edilmesine onay veriyorlardı resmen!.. Koskoca Gani Müjde bile daha sonra sildiği "tweet"inde, gümrük memuru olmak istediğini ve rövanş için Türkiye'ye gelecek İzlanda kafilesini "lateks eldiven"le kontrol edebileceğini söylüyordu! Milliyetçiliğin yolu bir kez daha "bel altından vurma" ile kesişirken toplumun büyük bir kesimi, Melih Gökçek ile Demet Akalın'ın entelektüel çizgisinde buluşuvermişti.
Ertesi gün Siamang'ın İzlandalı değil, Belçikalı olduğu anlaşılacaktı. Bu kez sanal âlemde İzlandalı kadın taraftarların fotoğrafı paylaşılıyor ve "Biz size nasıl düşman oluruz?!" deniyordu "eril" üslubun en "çapkın" tonlarıyla!.. Durumdan vazife çıkaran birkaç gurbetçinin Siamang'ı bulup ona Türkiye forması giydirmesi ve bir özür videosu çekmesiyle "fetih" tamamlanıyor, olay bağlanıyordu tatlıya... "300 bin nüfuslu gariban balıkçı köyü" İzlanda'yı unutabilirdik şimdilik.
Mizah olgunluk gerektirir
Ekranda tüm bunlar olup biterken, Haldun Taner'in "Vatan Kurtaran Şaban"ını okuyordum bir yandan... İki perdelik oyun, "milliyetçi, mukaddesatçı" Şaban'ın tapu kadastrodan "Sanat ve Kültür Müsteşarlığı"na yükseliş öyküsünü anlatıyordu. Kitabın sonunda Taner, "Kabare tiyatrosu, içinde bulunduğu ülkenin tolerans ve olgunluk, bir bakıma da uygarlık derecesini gösterir. Kendi kendisiyle alaya ne derece tahammül edebiliyor, bunu gösterir. Çünkü kendi kendisiyle alaya tahammül edebilmek bir olgunluk alametidir." diyordu Abdi İpekçi ile yaptığı söyleşide... Herhalde bugünleri görse, çok üzülürdü üstat.
Ama aradan geçen 40 senede "kabare tiyatrosu"nu değil, basit bir bulaşık fırçasını tartışan bir toplum olmamıza mı?.. Yoksa karikatürize ettiği "sağcı" Şaban'ın günümüz yöneticileri yanında "elit" ve hatta "asilzade" kalmasına mı daha çok kederlenirdi? Bilinmez!..