Melih Kırlıdoğ

16 Mart 2023

İnsanlığa karşı zafer!

Günümüzde genel olarak sağ-popülist olarak nitelendirilen, ancak sahte "ama"lar hariç tutulursa ırkçı-faşist yüzleri apaçık görülen bu partilerin ortak özellikleri "tek sorun" partileri olmalarıdır. "Sorun" da bellidir: Azınlıklar ve göçmenler. Faaliyetlerinin tamamına yakını bunun etrafındadır; "sorun" "nihai olarak" çözülünce yeryüzü cennetine ulaşılacaktır! Kimse bu partilerin eğitim, sağlık ekonomi vd. alanlarda ne düşündüklerini merak etmez

Bundan tam yüzyıl önce, 1 Eylül 1923 günü öğlen saat 11.58'de başkent Tokyo'yu da içine alan Japonya'nın Kanto bölgesi çok şiddetli bir depremle sarsıldı. Tarihe "Büyük Kanto Depremi" adıyla geçen sarsıntının büyüklüğü konusunda çeşitli kaynaklarda değişik bilgiler olmakla birlikte çoğu kaynak daha sonradan geliştirilen Mw ölçeğine göre 7.9 şiddetinde olduğunu belirtiyor. Depremin süresi konusunda da kaynaklarda, belki de biraz abartılı olarak, dört dakikadan on dakikaya kadar değişen bilgiler bulunuyor. Depremin merkezi Tokyo'ya yaklaşık 100 km uzaklıktaki Izu Oshima adasıydı.

Deprem sırasında öğle yemeği için açık olan ocakların devrilmesiyle şehirde çok sayıda yangın çıktı. Su borularının tahrip olması ve şiddetli rüzgar nedeniyle söndürülemeyen yangınlar kısa sürede bölgedeki tüm şehirlere yayıldı. En büyük toplu kayıp Tokyo şehir merkezinde eski ve büyük bir ordu deposunda gerçekleşti. Burayı güvenli olarak görüp sığınan onbinlerce kişi alevlerin binayı sarmasıyla yaşamını yitirdi. Yangınlar çeşitli bölgelerde 3 Eylül akşamına kadar sürdü. Felaket nedeniyle yaklaşık 140 bin kişi yaşamını yitirdi, başta Tokyo olmak üzere bölge harabe haline geldi.

Bu felaket aynı zamanda insanoğlunun en karanlık, en tuhaf, en utanç verici yönlerini ortaya döken bir olaya da neden oldu: Felakete uğrayanların birbirlerine destek olması beklenirken Japon faşistleri ve ırkçıları jikeidan adını verdikleri çeteler oluşturarak Eylül ayının ilk üç haftası boyunca sokaklarda Koreli ve Çinli göçmenlerle yerel sosyalistlere karşı yaygın bir pogrom düzenlediler. Koreli azınlığa saldırının nedeni Japonya tarafından 1910'da ilhak edilip sömürge haline getirilen ülkeleri için gösterilen direnişti. Aslında direniş Kore içinde ve Çin'de geçerliydi, Japonya içinde bu kapsamda kayda değer bir olayın varlığı söz konusu değildi. Ancak bizzat Japon resmi makamları tarafından yayılan yalanlar depremden hemen sonra asker, polis ve yerel ırkçıların hayali "Koreli saldırılarına" karşı sokaklarda göçmen avına çıkmasına yetti. Sendikacılara ve sol muhalefete karşı saldırılar için ise herhangi bir gerekçe göstermek gerekli değildi. Üstelik, resmi makamlar yaydıkları yalanlarda olayları başlatanlar arasında "sosyalist ajitatörler" olduğunu eklemeyi ihmal etmemişlerdi. [1] Bu yönüyle Kanto katliamı 6-7 Eylül 1955'de İstanbul'daki gayrimüslim azınlıklara uygulanan pogromla benzerlik göstermektedir. Bilindiği gibi bu pogromu tezgahlayan Demokrat Parti iktidarı aynı gerekçeyle aralarında Aziz Nesin ve Kemal Tahir'in de bulunduğu onlarca sosyalist aydını tutuklayıp aylarca hapis yatırmıştı.

Hükümet Korelileri şiddete başvurmakla suçlarken ırkçılar bu göçmenlerin ve muhaliflerin yangın çıkardıklarını, su depolarını zehirlediklerini, Japon kadınlarına tecavüz ettiklerini ve yağma yaptıklarını ileri sürdüler. Irkçı gruplar serbestçe kurdukları barikatlarda sokaktan geçenleri çevirip giyimlerine ve aksanlarına göre Koreli olduğunu saptadıklarından bir kısmını dövüp bir kısmını da hemen orada katlettiler. Aksan testinden Çinli göçmenler, diğer etnik gruplar ve yerel şive kullanan bazı kırsal kesim Japon vatandaşları da payını aldı. Depremin ertesi günü ilan edilen sıkıyönetim ise asayişi sağlamak yerine açıkça katliama çanak tuttu: Yaşamını kurtarmak için karakollara sığınanlardan bazıları polisler tarafından ırkçılara teslim edilip öldürülmeleri sağlandı. Ordu tarafından gözaltına alınan 3 bin Koreli'nin bir kısmı askerler tarafından gözaltında öldürüldü. Katliam olayların kontrolden çıkma durumuna geldiği Eylül ayının sonlarına doğru durumdan ürkmeye başlayan Hükümet tarafından durduruldu.

Her felakette olduğu gibi Büyük Kanto Depreminde de göz yaşartıcı dayanışma ve fedakârlık örnekleriyle birlikte bencilliğin ve kötülüğün en uç noktaları yan yana yaşandı. Örneğin, bazı Japon vatandaşları bireysel olarak veya kendi aralarında örgütlenerek katliama uğrayanlara destek olmaya çalıştılar, onları evlerinde sakladılar. Ancak bu durum daha sonra katliamı inkar çabasında olan Japon yetkililer tarafından olayları çarpıtmak için malzeme olarak kullanıldı.

Böylece doğa kaynaklı bir felaketin yükü insan kaynaklı bir diğer felaketle daha da ağırlaşmış oldu. Bu pogromda 6 bin civarında insan sivil ve resmi çeteler tarafından katledildi. Bunların arasında 3 Eylül günü Tokyo'nun Oshimacho mahallesine yapılan baskında tek seferde topluca katledilen 300 Çinli göçmen işçi de bulunuyordu. [2]

Gerek uluslararası tepkiyi önlemek, gerekse Kore'deki yerel halkın muhtemel memnuniyetsizliğinden kaçınmak için olayların hemen ardından göstermelik bir yargılama yapıldı. Bu süreçte binlerce saldırgandan sadece 125'i yargılandı. Duruşmalar hakimler, savcılar ve saldırganlar arasında samimi bir havada ve şakalarla gülücükler eşliğinde gerçekleşti. [3] Saldırganlar "güvenlik güçlerine yardımcı güçler" olduklarını, eylemlerini bir kısmı asker ve polis tarafından kendilerine verilen silahlarla gerçekleştirdiklerini ve amaçlarının vatanı korumak olduğunu söylediler. Duruşmalar sonunda bunlardan 32 kişi ceza aldı, 2 kişi beraat etti, 91 kişinin aldığı ceza da tecil edildi. [4] 

Pogrom (Mara Daugaviete, 1988)

Etnik nefret ve savaş suçu

Savaş gibi insan eliyle örgütlenen felaketlerde bile insanın yok etme güdüsünü sınırlamaya yönelik bir dizi önlem geliştirilmiştir. Örneğin, Cenevre Konvansiyonuna göre savaş tutsağı askerlere zarar verilemez, askerler sivillere hiçbir şekilde saldıramaz. Kimin bunlara ne ölçüde uyduğu ayrı konu ama tarihin gördüğü en korkunç gaddarlığın mimarı Hitler faşizmi bile toplama kamplarını geçici olarak uygun bir şekilde düzenledikten sonra bunları Kızılhaç'ın ziyaretine açtı. Burada mahpusların ne derece mutlu ve üretken bir yaşam sürdürdükleri(!) tüm dünyaya gösterildi. Doğallıkla Kızılhaç Heyeti ayrıldıktan sonra kamplarda zulüm ve katliam artarak devam etti.

Doğal felaketlerde ise Cenevre Konvansiyonu gibi önlemlere gerek bulunmuyor. Burada aslolanın felakete uğrayanların gerek maddi, gerekse psikolojik olarak birbirleriyle dayanışması olduğu farz edilir, başta yakın çevredekiler olmak üzere tüm insanların yardıma koşacağı düşünülür. Bu da genellikle doğrudur. İnsan doğasına bağlı olarak meydana gelebilecek bencillikler ve saldırganlıklar uygun bir şekilde engellenir, bunları yapanlar ayıplanır. Toplumdaki en güçlü ve yaygın örgütlenme olarak devletten, doğa veya kendi marifetiyle meydana gelen felaketlerde "insanlığa" uygun bir şekilde davranılması için gerekli önlemleri alması beklenir. Örneğin, hiçbir devlet gururla savunmasız sivilleri kendisinin veya kışkırttığı taraftarlarının katlettiğini beyan etmez. Bunlar gerçekten olmuşsa bile elinden geldiğince üzerini örtmeye çalışır. Buna barışseverlik masalları da dahildir. Örneğin, Naziler'in partisi NSDAP'ın 2-11 Eylül 1939'da Nürnberg'de yapmayı planladığı yıllık olağan kongresinin adı "Barış Kongresi" (Reichsparteitag des Friedens) idi. Ancak bu kongre gerçekleşmedi, çünkü mazlum ve barışsever Naziler'e göre korkunç ve katliamcı Polonya ordusu 1 Eylül 1939'da kendilerine saldırdı, böylece II. Dünya Savaşı başlamış oldu!

Devletler düzeyindeki bu "barışseverlik" belli ölçülerde bireysel ve örgütsel düzeyde de geçerlidir. İnsanlar genel olarak barıştan ve huzurdan yanadır. Belli durumlarda savaş ve düşmanlık arzu edilse bile bunun için gerçek veya sanal gerekçeler gösterilir veya kullanılır. Durup dururken düşman icat edip bunlara saldırmak için seferberlik ilan edenlere iyi gözle bakılmaz.

Klinikte ağır bir vaka

Doğallıkla bu gerçek veya görüntüdeki barış ve huzur isteğinin istisnaları da vardır. Örneğin, meşhur ırkçı-kafatasçı Nihal Atsız'ın oğluna vasiyetini çoğu kişi bilir:

"Yağmur, oğlum (...) Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler,      Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Romenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerki düşmanlarımızdır."

Kolay, ucuz ve "akıllı" siyaset: "Ama"lı etnik nefret

Nihal Atsız'ı bir meczup olarak görüp gülebilir veya acıyabiliriz. Ancak günümüz dünyasında durum bundan daha ciddi ve sahtekarlık yönüyle Naziler'in barışseverliğini andırıyor. Devletler düzeyindeki düşmanlıklar bir yana bırakılırsa, her ülkenin iç siyasetinde en kolay, en ucuz siyasetin anahtarı diğer etnik gruplara karşı düşmanlığı körükleyip bu yolla gerçek sosyal sorunları gizlemek. Böylece zenginin gitgide daha zengin, fakirin daha fakir hale gelmesi gözlerden kaçırılıyor, yoksullaşma ve sefalet dayanılmaz boyutlara geldiğinde de ezilenler "uzakta" bulunan ve toplumsal zenginliği emen çok küçük bir azınlığa değil, fiziki ve mental olarak kendilerine "en yakında" bulunan etnik "öteki"ye düşmanlaştırılıyor. Bunun için de fazla bir yaratıcılığa gerek yok: Her ülkede geçerli 7-8 kalıp ırkçı hareketlerin ortaya çıkıp palazlanmasına yetiyor. Belli ölçülerde başarı da garanti: Çoğu ülkede parlamentoya girmeyi başarıyorlar, bazılarında hükümet ortağı bile oluyorlar. Ancak günümüzün ırkçı hareketleri Nihal Atsız gibilerinden daha "akıllı": Irkçılık gibi ipliği pazara çıkmış bir ideolojiden "kaçınmak" için tüm önermeleri "biz ırkçı değiliz ama" diye başlıyor, sonrası kopyala-yapıştır:

Yukarıdaki önermelerde özne olarak, örneğin, Almanya'da AfD (Alternative für Deutschland), Yunanistan'da -kapatılan- Altın Şafak (Chrysi Avgi), Türkiye'de de fikri gıdasını Nihal Atsız'dan alan Zafer Partisi konulursa, sırasıyla Almanya'daki Türkler'e, Yunanistan'daki Arnavutlar'a ve Türkiye'deki Suriyeliler'e düşmanlık malzemesi ortaya çıkar. Öyle ki, AfD'ye ait bir propaganda metnini ZP rahatlıkla alıp Türk "nesnesini" Suriye'lerle değiştirebilir, ortaya çıkan yeni metin ZP'nin her gün tekrar ettikleriyle tıpatıp aynı olur. Doğallıkla bunun tersi de aynen geçerlidir.

Günümüzde genel olarak sağ-popülist olarak nitelendirilen, ancak sahte "ama"lar hariç tutulursa ırkçı-faşist yüzleri apaçık görülen bu partilerin ortak özellikleri "tek sorun" partileri olmalarıdır. "Sorun" da bellidir: Azınlıklar ve göçmenler. Faaliyetlerinin tamamına yakını bunun etrafındadır; "sorun" "nihai olarak" çözülünce yeryüzü cennetine ulaşılacaktır! Kimse bu partilerin eğitim, sağlık ekonomi vd. alanlarda ne düşündüklerini merak etmez.

Azınlık sorunu

Azınlıkların ve göçmenlerin tüm dünyada artan oranda gerçek veya sanal düzlemde sorun oluşturdukları doğrudur. Artan seyahat imkanlarıyla birlikte savaş, yoksulluk, siyasi baskı gibi çeşitli nedenler insanların gitgide artan oranda hareketliliğine neden olmaktadır. Bu durum ülkemiz için de geçerlidir.

AKP Genel Başkanı Erdoğan'ın Suriye'yi fethetme sevdası bu ülkenin tarumar olmasına, IŞİD ve türevlerinin güçlenmesine ve yüz binlerce cana mâl oldu. Fetihçilik sevdası Putin'in izin verdiği birkaç yeri işgal edip buralara kaymakam atamakla son buldu. Tüm bu olanlardan sonra halen kendisi Esad'la ilişkileri tekrar başlatmak için ricacı durumunda.

Ancak olan oldu, Cumhuriyet'in Orta Doğu'ya bulaşmama yönündeki geleneksel politikasına aykırı olarak 2010'lar boyunca sürdürülen hesapsız ve ölçüsüz Orta Doğu maceraları milyonlarca insanın Türkiye'ye göç etmesiyle sonuçlandı. Halen Türkiye kendi nüfusuna oranla en fazla sığınmacı ve göçmen barındıran ülkelerden biri.

Şimdi kimse ne yapılacağını bilmiyor, kuyudaki taşı kimse çıkaramıyor. Belki en uygun çözüm bu insanların kendi rızalarıyla anavatanlarına gitmesi ama gidecekleri yerler birer harabeden ibaret, birçok yerde de IŞİD türü cehennem zebanileri pusuda bekliyor. Bazı yerlerde ise Türkiye'nin beslediği ve adam kaçırma, fidye, yağma gibi yan işlerden de nemalanan cihatçı çeteler hakim. Bunlar her türlü çözüm girişimine şüpheyle bakıyorlar ve eğer girişim Türkiye'den gelirse hemen "gereğini yapacaklarını" açıkça söylüyorlar.

Böyle bir ortamda nedene değil sonuca, yani göçmenlerin Türkiye'deki varlığına yoğunlaşan ırkçılar bizzat varlık nedenleri, velinimetleri olan göçmenlere karşı kışkırtma faaliyetleriyle durumun üzerine tüy dikiyorlar.

6 Şubat Maraş felaketi

1939 Erzincan ve 1999 İzmit depremleri halkın kolektif hafızasında derin yaralar açtı. Özellikle 1999 depreminden önce akıldan ve bilimden tamamen uzak bir şekilde üretilen yapıların birer ölüm tuzağına dönmesi "bir daha hiçbir şey aynı olmayacak" söylemini oluşturdu. Ancak 6 Şubat 2023 günü Doğu Anadolu Fayı'nın büyük bir kısmının kırılmasıyla gelen felaket bu söylemin boş olduğunu gösterdi. 1999 depreminden sonra tamamına yakını AKP iktidarı altında geçen zaman boyunca yapı stoğunun güçlendirilmesi bir yana, daha da kötüleştiği görüldü.

Diğer taraftan kendisi aile şirketine dönmüş AKP hakimiyetindeki AFAD ve Kızılay gibi yapılar çok değerli ilk iki gün boyunca neredeyse hiç ortada görünmedi. Yine ilk saatlerde Twitter'ın enkaz altındakilerle iletişim için etkin olarak kullanılması Twitter'ın 10 saat boyunca engellenmesiyle durduruldu. Erdoğan muhtemelen bir türlü kafasından uzaklaştıramadığı darbe korkusu nedeniyle askeri kışlada tuttu, bu nedenle toplumun en örgütlü gücü tüm benzer felaketlerin aksine ilk günlerde devre dışı kaldı. Tüm bu inanılmaz kararlardan ötürü on binlerce kişi kolayca kurtarılabilecekken enkaz altında dondurucu soğukta can verdi. Erdoğan gecikmelerden yakınanlara önce hakaret etti, aradan iki gün geçtikten sonra da gecikmeyi kabul edip helallık istedi. Sultan emredince hem ölenler hem de yakınları haklarını helal ederler herhalde!

Senelerdir bugün yaşananları anlatmak için çırpınan ve Maraş depremini önceden bildiren Naci Görür gibi bilim insanları yıllar boyunca AKP ve gözü dönmüş imar çeteleri tarafından görmezden gelindi, havuz medyasında önemsizleştirildi. Bilim insanlarının uyarı üzerine uyarı yaptıkları İstanbul depremi ise herkesi ürpertiyor. Böyle bir olayda AKP tarafından içi boşaltılıp korkunç afette konserve ve çadır pazarlama işine giren ve neoliberal düzenin vahşi bir talan örgütü haline getirilen Kızılay gibi yardım kuruluşlarından kimsenin umudu yok.

Ancak Maraş felaketi insanlığın en olumlu, en parlak yanlarının görünmesine de yol açtı. Tüm dünyada büyük bir yardım seferberliği başlatıldı. Belki de tarihte ilk defa olmak üzere yüz civarında ülke afet bölgesine profesyonel yardım ekiplerini gönderdi. El Salvador'dan Taiwan'a, Ermenistan'dan Yunanistan'a kadar tüm ülkeler gerek insan gücü, gerekse malzeme olarak ellerinden geldiğince her türlü desteği sağlamaya çalıştılar. Bunun sonucu olarak bölgeye muazzam ölçülerde yardım malzemesi yağdı. Koordinasyonsuzluk ve kaos nedeniyle oluşan zorluklara rağmen bunlar deprem kurbanlarının hayata tutunmalarına destek oldu. Yurtiçinde de toplumun her kesiminden gelen gönüllüler ve yardım malzemeleri yaşanan acıları bir nebze gidermekte yararlı oldu, dayanışmanın yüceliğini gösterdi.

Yardıma koşan ülkelerden biri de İsrail idi. Bu ülkede birkaç ay önce yapılan seçimler sonucunda ZP'den bile aşırı partilerin oluşturduğu bir koalisyon hükümet kurdu. Öyle ki, görevde bulunan bazı İsrail Büyükelçileri yeni hükümeti protesto amacıyla istifa ettiler, diplomatik teamüllere aykırı olarak da bunun nedeninin hükümetteki partilerin aşırı ırkçı niteliği olduğunu kamuoyuna duyurdular. [5] Diğer taraftan basında çıkan haberlere göre İsrail yardım heyetine karşı tehditler yapıldı, bu nedenle heyet Türkiye'yi terk etti. Bu olay ırkçılık analizi için uygun bir örnek oluşturuyor. Bu haber doğruysa olayın açık bir ırkçılık örneği olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum sadece bu insanların kendi halkımıza yardım için burada bulunmasından kaynaklanmıyor; bu faydacı ve etik olmayan bir anlayıştır. Bundan öte, bu kişileri ülkemize gelmiş misafirler olarak görmemiz gerekiyor. Bireysel nitelikleri hakkında hiçbir fikrimiz yok, olsa da bizi ilgilendirmiyor. Aynı şekilde, bu kişilerin hükümetlerinin çirkin bir ırkçılıkla malul olması onlar hakkında aynı şekilde düşünmemizi gerektirmiyor. Bu insanlara sadece mensup oldukları ırk nedeniyle düşmanlık göstermek ırkçılığın tarifidir, bu da insanlığın en çirkin taraflarından biridir. Benzer şekilde sokakta Suriyeli avına çıkmak bir İŞİD mensubunun ayrımsız olarak etrafında bulunan insanları topluca öldürmesini andırır.

Deprem bölgesinde birçok grubun ve partinin yanında ZP de boy gösterdi. Ancak can pazarı ortamında canını dişine takıp felakete uğrayanlara destek olmaya çalışan diğer yerli ve yabancı gruplardan farklı olarak ZP her zaman yaptığını yaptı, felakete uğrayıp başta yakınları olmak üzere herşeylerini yitiren insanların bir kısmını diğerlerine karşı kışkırtmaya çalıştı. Depremden sonraki bir hafta içinde partinin Genel Başkanı Ümit Özdağ deprem bölgesinde açıkça kışkırtma amaçlı bir dizi yalan beyanda bulundu, ancak bu yalanların hepsi muhatapları ve bizzat kendi partisinin mensupları tarafından çürütüldü. Örneğin, Özdağ'ın "Fenerbahçe yardım kamyonu Suriyeli'ler tarafından yağmalandı" iddiası Başkan Ali Koç ve diğer yöneticiler tarafından yalanlandı. Deprem bölgesinde "vuralım Suriyeli'yi vuralım Afgan'ı" diye bağıran futbol holiganlarının Özdağ ile birlikte görüntüleri ortaya çıktı. "Suriye'liler Samandağ'da yağmalama yapıyor" iddiası ZP Samandağ İlçe Başkanı tarafından yalanlandı. Bu kişi gururla "Suriyeliler bıçakla değil normal şekilde gezemezler Samandağ'da" buyurdu. Mersin KYK Kız Yurdu'na Özdağ'ın daha çok Suriye'lilerin yerleştirildiği, bunların odalarda nargile içip müstehcen görüntü paylaştıkları iddiası CHP milletvekili Ali Mahir Başarır tarafından yalanlandı. Özdağ'ın bu açık provokasyon girişimine karşı Başarır'ın inandırıcı ve teskin edici açıklaması muhtemel bir karışıklığı önledi. Özdağ'ın telefon çalmak ve Suriyeli olmakla suçladığı kişi hırsız ve Suriyeli olmadığını, Diyanet Vakfı'nda hafız olduğunu ve Özdağ hakkında tazminat davası açacağını söyledi. Olay hakkında Urfa Valiliği'nin açıklamasından sonra Savcılık Özdağ hakkında iftira suçundan soruşturma açıldığını duyurdu. Bu olaydan sonraki birkaç hafta boyunca Özdağ ve partisi vites düşürdü. Bunun nedenini bilmek zor. Belki yoğun tepkiler, belki "başarılı" bir sonuçtan umudun kesilmesi, belki kulaklarının çekilmesi, belki de küçük bir ihtimalle "bu kadarı da fazla" düşüncesinden kaynaklanan bir utanma duygusu. Göçmenlere arada bir sözlü sataşmaları devam etse de, bunların sayısı oldukça azaldı, kullandıkları dil de ilk haftaki saldırganlığından belli ölçüde uzaklaştı. Sonuç olarak bu kişinin ve partisinin bölgedeki korkunç felaketi fırsat bilerek sonu belirsiz bir kışkırtmaya yönelik çabaları şimdilik sonuç vermedi, çektikleri azaptan ve çaresizlikten çılgına dönüp suni olarak köpürtülmüş bir öfkeyle akıldışı hareket etmesi beklenen insanlar aklıselim içinde hareket etti.

Bunda asıl olarak bölge halkının ferasetinin rol oynadığı söylenebilir. Halk her felaketten sonra ortaya çıkan yağma ve hırsızlık olaylarında göçmenlerin fazladan bir rolü olmadığını açıkça gördü. Ayrıca iletişim araçlarının sağladığı imkanlar yüz yıl öncenin aksine söylenen yalanların anında saptanıp geniş şekilde duyurulmasını sağladı. Böylelikle Japonya'da işlenen utanç verici insanlık suçu ülkemizde tekrarlanmadı, yağmacı olduğu iddia edilen yerli ve göçmen kökenli kişilere karşı sivillerin ve üniformalıların uyguladığı kabul edilemez şiddet münferit olaylarla sınırlı kaldı. Ancak önümüzdeki dönemde ırkçı politikacıların tek sermayelerinden kolayca vazgeçeceklerini düşünmek yanıltıcı olur. Türkiye siyasetinin genel öngörülemezliği ve ülkede sağ siyasetin kaygan zemini ırkçılara geniş hareket alanı sağlıyor. Her ne kadar halihazırda AKP paralı trollerini ZP'ye saldırtıyor görünse de ZP'nin laik görünümüyle CHP'den oy çalması Erdoğan'ı memnun ediyor olmalıdır. Bu düşmanlık görüntüsü "kullanışlılığın" devamı için elzem. Ayrıca Özdağ ile aynı siyasi gelenekten gelen Bahçeli'nin durumu da unutulmamalıdır. Bilindiği gibi Erdoğan ve Bahçeli yıllar boyu birbirlerine ağız dolusu hakaret ettikten sonra nasıl olduysa birkaç hafta içinde can-ciğer kuzu sarması haline geldiler.

Sonuç

Maraş felaketinde Nihal Atsız'ın düşmanı halkların tamamı olanca dostlukları ve samimiyetleriyle depremzedelere yardıma koştular. Alman Nihal Atsız'larının yaptığı ise Türkler'e karşı duydukları nefret nedeniyle Almanya'da toplanan yardımları ateşe vermek oldu. [6] Bu ibret verici olaydan anlamamız gereken ise gerçek fay hattının halklar arasında değil, halkların kendi içlerindeki ırkçılarla temiz vatandaşlar arasında olduğu. Buna bağlı olarak da çok küçük bir azınlığın muazzam ölçüde zenginleşmesiyle, çok büyük bir çoğunluğun muazzam ölçüde yoksullaştığı gerçeğini akıldan çıkarmamamız gerekiyor. Çünkü bu durum çelişkinin gerçek kaynağı.


Kaynaklar

[1] Kenji Asagawa (2022) The 8 p.m. Battle Cry: The 1923 Earthquake and the Korean Sawagi in Central Tokyo, The Asia-Pasific Journal, 20:12-4, pp.1-12.

[2] Jiajing Shen (2020) A Great Convergence: The Mass Killing of Chinese in the 1923

Kanto Massacre, Japanese Studies, 40:3, pp.231-248.

[3] Sonia Ryang (2003) The Great Kanto Earthquake and the Massacre of Koreans in 1923:

Notes on Japan's Modern National Sovereignty, Anthropological Quarterly, 76:4, pp.731-748.

[4] http://greatkantoearthquake.com/aftermath.html

[5] https://halktv.com.tr/dunya/israilin-paris-buyukelcisinden-netanyahu-istifasi-710641h

[6] https://www.bursa.com/haber/almanya-da-fasist-saldiri-depremzedeler-icin-toplanan-yardimlar-kundaklandi-596888.html