Son zamanlarda çevremden sıkça duyar oldum: “Artık bu ülkede yaşanmaz. Gitmeli”. Akla ister istemez Mamak Türküsü’nün sözleri düşüyor:. “Ne güzeldir yollarda olmak şimdi”... ve şair geliyor akla; yıllar önce dört duvar arasından çıkınca gitmişti o da. Gitmek zorunda kalmıştı. İster istemez düşünmeye başlıyor insan. “Nereye gidilir nerede yaşanır?”
Çocukken, sıcak İzmir günlerinde betonlar arasına sıkışınca yine gitmek tutkusu belirirdi. Evde bulunan din kitaplarının da etkisinden olsa gerek Kudüs’ü şiddetle merak ederdim. Kudüs dünyanın merkeziydi. Ne de olsa peygamber Mirac gecesi oradan göğe yükselmişti. Kentin durumu hâlâ belirsiz. Ne İsrail’in ne de Filistin’in başkenti olabildi; ne de Hristiyanlığın doğduğu kent olarak Hristiyanların hegamonyası altına girmeyi kabullendi. Dünyanın özeti olarak duruyor ortada. Belki dünyanın başkenti bu yüzden. Kudüs’te sorunlar çözülse belki dünyada bu kadar ölüm, şiddet, kavga olmazdı. Kudüs’ü anlamak dünyanın daha iyi bir yer olmasının ipuçlarını taşır. Ki hala düşüncelerim sabittir bu konuda.
Türkiye’den giden Yahudilerin mahallesini merak ederim orada. Yine bir gitme tutkusuna esir düşüp ailece Tire’ye gitmiştik yıllar önce. Annemin beyaz saçlarını gören yaşlı bir amca Yahudi olup olmadığını merak etmişti ilginç bir şekilde. Çocukluk döneminden arkadaşları göç etmiş gitmiş İsrail’e. Hâlâ onları özler, onları beklermiş yaşlı amca. Aradan yarım asır geçmiş olsa bile.
Çocukluktan ergenliğe geçtiğim zamanlarda güney kadar ilgimi çekmeye başladı batı. Deniz kıyısında İzmir’de geçti, geçiyor ömrüm. Denizi olmalı herkesin evinin yakınında. Uzaklara dalıp bakabilmeli. Düşünebilmeli. Binalar arasında boğulmadan. Denize bakıp daldığım zamanlarda aklıma “Bu denize karşı kıyıdan kimler bakar, neler düşünür?” sorusu düşerdi. İnternetin olmadığı, televizyonda çizgi filmlerin bittiği saatlerde kütüphanede vakit geçirir olmuştum. Kütüphanenin büyük bölümünü edebiyatımızdan eserler süslerken birkaç raf dünya edebiyatına ayrılmıştı.. O kitaplığın bir rafında Yunan edebiyatının seçkin eserleri dururdu. Yaşar Kemaller, Orhan Kemaller, Mustafa Kemaller edebiyatı haricinde farklı hikmetler, bilgiler ararken dadandım bu rafa. Birkaç romanın ne ilgilerimle ne de yaşadığım kültürle alakası vardı. “Günaha Son Çağrı” kitabıyla karşılaştım. Yasaklar arasında günahın cazibesi insanlığın ilgisini her daim çekmiştir. “Nedir derdi bu kafir kitabının?” sorusuyla elime aldığım kitabı bir daha bırakamadım. Vatikan tarafından aforoz edilen Yunanlı yazar Nikos Kazancakis, İsa’nın öyküsünü, kendince anlatıyordu. Kudüs’ü anlatıyordu. İster istemez kapılıp gittim kitapla, normal hayatta gidemediğim yerlere.
Kaptan Mihalis’le karşılaştım. Kazancakis, Girit adasının bağımsızlık öyküsünü anlatıyordu Kaptan Mihalis’in ağzından. Girit adası yurtseverlerin adasıydı. Girit adası dobra, mert insanların adasıydı. Girit adası tutsak adaydı. Bizim elimizde. Osmanlıların elinde. “Bu kafir akıllanmamış” yargısıyla ve merakıyla gittim Girit adasına. Despot Osmanlı valisinin elinden akan kanları, halkın yaşadığı zulmü ve Girit’in bağımsızlık mücadelesini okudum. Ben ki Osmanlı torunuyum, ben ki tarihini, toprağını çok seven bir insanım. Dehşetle okudum yazılanları. Kimi zaman inanamadım ama artık kıyının karşı tarafındakilerin neler düşündüğünü anlamaya başladım.
Kazancakis, Girit doğumluydu. Hayatı kitapların arasında geçmiş bir yazardı ve hep gitmeyi düşlerdi. İçine kapanık kişiliğinden, yasaklar altındaki yaşamından. Zorba ile tanıştırdı beni yolculuğunda. O da bir seyahat sırasında karşılaşmıştı Zorba’yla. Adının aksine gayet insan gibi yaşayan birisiydi Zorba. “Patron” diye seslenirdi ama okurlar anlardı ki esas patron oydu. Hayatının patronuydu. Kazancakis halihazırda Girit adasında kalenin içinde bulunan mezarlıkta yatıyor. Resimde Zorba romanından alıntılanan sözler yazıyor mezar taşında;
Hiçbir şey ummuyorum, (Δεν ελπίζω τίποτε,)
hiçbir şeyden korkmuyorum, (Δεν φοβούμαι τίποτε,)
özgürüm. (Είμαι λεύτερος.)
Kazancakis artık Kemaller kadar yakın duruyordu bana. Dili, dini farklı olsa bile. Aramızda bulunan denizlere rağmen düşüncelerimiz, hislerimiz aynıydı. Kazancakis beni Kudüs’ten alıp Girit’e taşıdı. Oradan anakaraya geçtim Homeros’la beraber. Halikarnas Balıkçısı’yla tanıştığım mitolojinin atalarından biriydi. Ne gariptir ki İzmirliydi. Hikayelerini sözle anlatırdı ozanlarımız gibi. Kördü Aşık Veysel gibi. “Söz gider yazı kalır”dı ama ne Homeros’un ne de Aşık Veysel’in sözleri gitmemiş, hafızalarda yazılı kalmıştı. Yıllar ve de asırlar öncesinden.
Homeros iki yakayı bir araya getirmişti İlyada’da. Atinalı Paris, Truvalı Helen’e aşkından denizleri aşıp gelmişti. 11 sene sürmüştü çıkan kan davası. Sonrasında evine geri dönme mücadelesi veren Agamemnon belki binlerce yıl önce bir kütüphanesinde hikayesini okuduğum Balçova’nın kaplıcasında tedavi olmuştu evine varmadan önce. Agamemnon’a eşlik ettim dönüş yolculuğunda. Yunanistan’a gittik beraber. Ben Temmuz sıcağında kütüphanede terlerken Agamemnon tek gözlü devlerle savaştı, Foça yakınından geçerken Siren kızlarının cazibesine karşı kulaklarını tıkadı. Kazancakis’le nasıl özgürlüğün değerini öğrendiysem Homeros’tan zekanın önemini öğrenmiştim yaptığım seyahatlerde.
Kütüphanenin Yunan Edebiyatı rafı bitince dönüşüm yeniden Türk Edebiyatı rafına oldu. Fakat yolculuklarım kitaplarla devam etti. Çocukluğumun yazlarında artık Anadolu’yu, dünyayı dolaşır olmuştum. Yaşar Kemal’le beraber nasıl Anavarza Ovası’na gidip İnce Memed’in diken batan ellerine rağmen mücadelesine tanık olduysam Nazım Hikmet’in Yeşil Elmalar romanıyla Yeni Gine’ye kadar uzanan bir hikayenin sonunda bir babayla çocuğunun bir araya gelmesine şahitlik ettim.
Kitaplarla yaptığım yolculuklar kadar gerçek yaşamda yaptığım yolculuklar da etkiledi zihnimi. Lisans döneminde yurt dışına bir cesaret çıkışımla beraber sudan çıkmış bir balık gibi hissettim kendimi. İtalya’nın kuzeyinde, yaşadığım kentin onda biri nüfusuna sahip bir şehirde yaşadığım üç ayda tarih bilincinin nasıl farklılaştığını ve kültürün nasıl özenle korunduğunu gördüm. Sanat, kiliselerin içinde de dışında da yaşıyordu. İnsanlar halk kütüphanesi kadar halk tiyatrolarına gidiyorlar ve her hafta farklı sanat yapılarıyla aydınlanıyorlardı. İtalya’da yabancı olmanın nasıl bir his olduğunu tadarken doğduğum topraklarda dilimi konuşabilmenin önemini kavradım. Bununla beraber aslında uçakla birkaç saatte varılan yerlerde dillerin, kültürlerin nasıl farklılaştığına ama aslında insanların ortak özelliklerinin nasıl hiç değişmediğine şahit oldum. Bir yabancı olarak hoşgörülerine ve yardımlarına ihtiyaç duyuyordum. Samimiyetle kendilerini anlatmalarına ihtiyaç duyuyordum. İngilizce konuşmayı sevmiyorlardı. Dillerini öğrenmeye ihtiyaç duyuyordum. Anlıyordum ki dünya üzerinde özgürlük ancak karşı tarafı öğrenerek ve anlayarak daha da anlam kazanıyordu.
Yurda döndüğümde kuru fasulyeye kaşığımla dalarken gitmekle kalmak arasında tereddütüm devam ediyordu. “Halimiz nicedir” diye araştırırken aşağı yukarı ülke olarak nasıl bir yerde olduğumuzu daha net bir biçimde görmeye başladım. “Asya’dan Avrupa’ya kısrak başı gibi uzanan” bu ülkenin vatandaşları bir yerlerden gelmişlerdi ve asırlar boyu bir yerlere gitmeye devam ediyorlardı. Kimisi güneye, kimisi kuzeye, kimisi batıya, kimisi doğuya giderken bu topraklarda kalanlar hoşgörüyle ve sabırla insanların geçişlerine izin verenler, onların yolculuklarını dinleyenlerdi.
Yaşamımda 30 yılı devirdikten sonra bisiklet kullanmayı öğrendim ve özgürlük duygum yeniden depreşti. Kısa seyahatlerle aslında İzmir’in çevresinde birçok noktaya erişebildiğimi hayretle fark ettim. Otobüslerle, uçaklarla geçtiğim noktalarda hikayeler, insanlar, yaşamlar heyecanlandırdı beni. Bisiklet yolculuğu yaptığım arkadaşlarımdan kimisi kıtalar arası yolculuklar yapıyorlar bu uğurda. Ben de yavaş yavaş kitaplarla yaptığım yolculuğu gerçekte de yapabilmek uğruna hareketleniyorum.
Siz nereye gitmek isterdiniz ? Kimbilir gittiğiniz yerlerde karşılaşırız belki.
Son sözleri yine büyüklere bırakalım ve buluşmak üzere diyelim.
BULUŞMAK ÜZERE
Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuru
Pırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni
Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki de
İşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni
Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım
Can YÜCEL