Mehmet Yakın

05 Haziran 2014

Düşün yaz II: Aklını kullanma cesaretini göster

Felsefeciler Derneği İzmir Şubesi tarafından ilk kez düzenlenen ve internet üzerinden ilk üç aşaması tamamlanan “Düşün Yaz Liseler Arası Felsefi Deneme Yarışması”nın finali 31 Mayıs Cumartesi günü İzmir’de yapıldı.

“Aklını Kullanma Cesaretini Göster”

Immanuel Kant

 

Felsefeciler Derneği İzmir Şubesi tarafından ilk kez düzenlenen ve internet üzerinden ilk üç aşaması tamamlanan “Düşün Yaz Liseler Arası Felsefi Deneme Yarışması”nın finali 31 Mayıs Cumartesi günü İzmir’de yapıldı. Milli Eğitim Bakanlığı onayıyla tüm Türkiye’den yaklaşık 1500 öğrenci deneme yazma yarışmasına katıldı. Aralık 2013, Şubat ve Nisan 2014 tarihlerinde düzenlenen yarışmanın ilk üç aşamasında internet sitesi üzerinde verilen metinler doğrultusunda denemeler yazan öğrencilerin yazıları yine Türkiye’nin dört bir tarafından 120 ayrı felsefe öğretmeni tarafından internet üzerinde puanlandı. internet aşamasına yaklaşık 1500 lise öğrencisi katıldı. Yarışmanın son aşamasına ilk üç aşamada en yüksek ortalama puana ulaşan 24 öğrenci katıldı. İzmir Amerikan Koleji’nde yapılan final yarışmasında Ankara ODTÜ Koleji öğrencisi İpek Işık Türkiye birincisi oldu. İkinciliği Gaziantep İMKB Anadolu Lisesi öğrencisi Enes Bilgin’in aldığı yarışmada, Üçüncü İzmir Özel Tevfik Fikret Lisesi öğrencisi Duru Uslu oldu (Fotoğrafta soldan sağa doğru 1.,2. Ve 3. Görülüyor). Yarışmada birinci ve ikinci olan öğrenciler HP dizüstü bilgisayar, üçüncü ise I-pad kazandı. Ayrıca finalist olan bütün öğrencilere, kitap ve posterler ile Konak Belediyesi tarafından da flash bellek hediye edildi. Konak Belediyesinin sağladığı araç desteğiyle de öğrenciler İzmir’in önemli tarihi ve turistik yerlerini gezme şansı buldular. Düşün Yaz yarışması sorumlusu Yılmaz Murat Bilican yaptığı açıklamada, “Gençlerin teknolojiye ilgileri bilinen bir gerçek, biz bu ilgiyi, özel bir alan olan felsefe için değerlendirmeyi düşündük ve bu uzun soluklu yarışmada bunu büyük ölçüde başardık.” dedi. Önümüzdeki yıl 2. yapılacak olan yarışmayla ilgili daha çok bilgi için, Düşünyaz'ı ziyaret edilebilir.

“Düşün Yaz” yarışmasının önemine dair daha önce yine T24’te bir yazı paylaşmıştım. O yazıdan alıntılayacak olursam yarışmanın amacı adından da anlaşılabileceği gibi gayet sade ve açık. İnsanların düşünmesi birinci amaç, ikinci amaç ise düşündüklerini dillendirebilmesi, yazabilmesi. Kiminiz bu satırları sadece okurken, kiminiz aynı zamanda bu satırlar üzerine düşünceler üretiyor, satırlarla kendi yaşamı arasında bağlantılar kuruyor. Kiminiz ise sadece okuyup geçmek, üzerine biraz düşünmek ötesinde fikirlerini yazıya döküyor hatta yayınlıyor.  Ülkemizde ve dünyada herkesin, yukarıda maddelenmiş amaçları yaşamlarında gerçekleştirebilmiş insanlar olduğunu düşünelim. Nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk? Kuşkusuz günümüzde yaşamış olduğumuz saçmalıkların çok büyük bir kısmını aşmış, yeni ve daha güzel bir dünya yaratabilme yolunda yürüyor olurduk.

Umuyorum yarışma uzun yıllar boyunca lise öğrencilerinin hayallerini süslerken yeni cevherlerin ortaya çıkmasında bir katkı sunabilir ve düşünen ve de yazan yeni nesiller bu yarışmadan aldıkları cesaretle düşüncelerini daha çok dile getirebilirler. Yazının devamında Düşün Yaz yarışmasının birincisi olan İpek Işık’ın yazısını paylaşmak  istiyorum. İpek’in yazısında da belirttiği gibi “zihinleri özgürleştirmeye başlayarak sorgulama mekanizmamıza vurulmuş olan prangaları bir şekilde kırmalıyız. Yoksa bizleri birbirimize benzeten bu sistem içerisinde eriyip yok olacağız.”

 

 

*********

İpek Işık / ODTÜ Koleji  / Ankara

Derecesi: 1


“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir” Michel Foucault

 

''SEN NEDEN BURADA DEĞİLSİN WALDO ?''

 

Alvin Toffler insanlık tarihini üç ana döneme ayırmıştır. Bunlardan ilk dalga avcı toplayıcı kültür ve tarım toplumudur. Bu dalgada bir rekabet ve niceliklerden bahsedilmez. Çünkü herkes kendi karnını doyuracak kadar üretim yapar. İkinci dalga Sanayi Devrimiyle gelmiştir. Bu dalga ''modern dönemdir''. Modern Dönemde her şey çok net ve bellidir. Seri üretim kavramı insanların hayatına girmiştir. Tek tip üretim başlamıştır. Ford araba üretirken ''Siyah olmak koşuluyla her renk arabayı alabilirsiniz'' demiştir. Üretim ve sanayi olmak üzere modern dönemde her kurumda bir standartlaşma gözlemek mümkündür. Seri üretime geçildikten sonra insanların düşünmek için kullandıkları boş vakit ellerinden alınıp o boş vakit mesai ile dolduruldu. Yine de insanların ellerindeki işleri ''net'' olduğu için geleceğe dair bir kaygıları yoktu. Çünkü her ay maaşları yatıyordu. Yine de toplumun her kurumunda var olan bu kitlesellik insanları aynılaştırmak için atılan ilk adımdır. Üçüncü Dalga ''post modernizm''dir. Post-modern dönemde hiçbir şey kesin ve net değildir. Her şey kişiselleştirilmiş trafikte siyah Ford arabalar yerine rengarenk, çeşit çeşit arabalar göze çarpar olmuştu. Fakat yine insanların boş vakitleri yoktu. Ayrıca bu sefer herşey eskisi kadar net olmadığı için insanlarda gelecek kaygısı da başlamıştır. Zaten Toffler'da bu post-modern dönemi ''geç kapitalizm'' olarak adlandırmıştır. Bu post modern dönemin  iktidar ilişkileri incelendiğinde iktidarın da sınırları belli değildir.''İktidar her yerdedir.''. Foucault'nun ikitdar ile ilgili söylemleri incelendiği zaman karşımıza belli bir yerde oturup dünyayı yöneten bir iktidar modeli çıkmaz. Foucault'ya göre iktidar bir zincir gibidir. Yani akışkan bir mekanizmadır. İktidarı her zaman her yerde hissetmek mümkündür. İktidarın mevcut ideolojisi her yerdedir. Bu nedenle iktidarı bir yerde aramak anlamsızdır. Zaten risk toplumunda insanları şizofrenik bir yaklaşıma iten şey iktidarın her yerdeliğidir. Foucault ''Panoptikon'' isimli toplum modelinde bundan bahseder. Panoptikon aslında 1785 yılında İngiliz düşünür Jeremy Bentham tarafından ortaya atılmış bir hapishane modelidir. Bu hapishanede mahkumlar gardiyanları hiç bir zaman görmezler. Çünkü bir gözetleme kulesi vardır. Bu kulede onları gözetleyenleri de görmezler. Onları gözetleyen birilerini görmedikleri zaman gözetlendikleri zamanlardan hatta gözetlenip gözetlenmediklerinden bile emin olamadıkları için otoriteye boyun eğerler. İktidara herhangi bir aykırı davranış yapmamaya çalışırlar. İşte Foucault günümüz iktidar-toplum ilişkilerinin insanları tedirgin ettiğini ve bu tedirginlikten dolayı insanların mevcut otoriteye aykırı bir düşünce ya da davranış üretmediklerinden kısaca aynılaştıklarından bahseder. Bu distopik yapının edebiyattaki en realist yansıması George Orwell'in 1984 romanıdır. Orada da ''Büyük Birader''in gözü her zaman insanların üzerindedir. Fakat kimse Büyük Birader'in nerede olduğunu, kim olduğunu asla bilmez. Sürekli tele-ekranlar ile izlenen insanlar iktidara aykırı en ufak bir şeyde bile başlarına gelecekleri bildikleri için sürü gibi yaşarlar.

Bizleri aynılaştıran ve birbirimize benzeten ve sürü gibi yaşamaya iten şey kapitalizmin kendisidir. Kapitalizm iktidar ile bunu yapar. Fakat bunu direk olarak yapmaz. Burada karşımıza Althusser'ın D.I.A. ( Devletin İdeolojik Aygıtları) kavramı karşımıza çıkıyor. Devletin ideolojik aygıtlarından ilki ailedir. Ailede iktidarı hissetmek mümkündür. Baba- çocuk arasındaki hiyerarşik yapı bunun en açık örneğidir. Devletin bir başka ideolojik aygıtı eğitimdir. Eğitim toplumun zihnine iktidarı empoze etmek için tasarlanmış en uygun aygıttır. İktidarın seçip belirlediği kitaplardan, konulardan ve düşünme biçiminden alınan eğitim ile insanların bilgileri ve düşünme biçimleri ele geçirilir.  Ayrıca iktidarın çalıştığı en etkili aygıt dindir. Din ve vicdan aracılığı ile insanların önce duygularına daha sonra düşüncelerine tahakküm edilir. Nietzsche'nin söylediği gibi ; '' Kilise her zaman mevcut iktidar ile çalışır''. Fakat D.I.A.'lar arasındaki en tehlikeli ve en güçlü aygıt medyadır. Medya faktörü kapitalizmden ayrı düşünülemez bir faktördür.  Medya insanlara gerçekleri göstermez. Medya insanlara iktidarın'' istediği gerçekleri'' gösterir ve insanları sorgulamaktan yavaş yavaş uzaklaştırır. Ayrıca moda dediğimiz kavram da medyanın ürettiği bir şeydir. Moda kapitalizmin en göz boyayıcı silahı sayılır. Moda isteklerimizi ihtiyaç gibi hissettiren bir şeydir. Her senenin bir rengi vardır. Eğer bu senenin rengi mor ise mor ayakkabı almak bizler için bir ihtiyaçmış gibi gösterilir ve bizler gidip onuncu mor ayakkabımızı almakta hiçbir sorun görmeyiz. Aynı zamanda toplum fast-foodlaşır. Fast-foodlaşma kavramı hayatın her alanını etkileyen bir hayat tarzı üretmektedir. Dünyanın küreselleşmesi işte bu nedenle tehlikelidir. Çünkü farklı renkler yaratan kültürün kalbine bir ok saplar. Esnafın yerini büyük fast-food zincirleri alır. Yerel esnaf kendine özgü olan ruhu ve kültürü kaybeder. Daha sonra buna karşılık olarak dünya tek dili konuşmaya başlar. Wittgenstein ''Dilimin sınırları dünyamın sınırları.'' demiştir bizim hepimizin konuştuğu dil aynı olduğu için hepimizin dünya görüşü aynılaşır.

Etik açıdan kapitalizm değerlendirilse bizi köleleştiren kapitalizmdir. Bunun en temel nedeni mülkiyettir. Adam Smith ideal devlet modelini ekonomik özgürlük üzerine kurmuş ve insanların istedikleri gibi üretip tüketmesi gerektiğini söylemiştir. Fakat eşitsiz bir düzendeki bu ekonomik özgürlük vahşetle sonuçlanmıştır. Bu nedenle mülkiyet tehlikelidir. Anarşizmin söylediği gibi gerçekten özümüzde iyi olabiliriz. Fakat otoritelerin baskıları ve üzerimizdeki yükü bizleri patlatıyor ve iyi olan özümüzden uzaklaşıyoruz. Bu nedenle toplumda ahlaksızlıklar ve yozlaşmalar oluyor. İşte bundan dolayı Proudhon'un dediği gibi ''Mülkiyet hırsızlıktır.'' fakat mülkiyetin bizden çaldığı şey ahlaki değerlerimiz ve insanlığımızıdır. Otoritenin bizleri köleleştirdiğini söyleyen tek görüş anarşist görüş değildir. Nihlist pencereden bakıldığı zamanda otoritenin köleleştiriciliğine tanık oluruz. Burada karşımıza Nietzsche ve amoral kavramları ortaya çıkıyor. Nietzsche'ye göre insanın evrimsel süreci hala devam etmektedir. Nietzsche bu evrilme sürecini üç basamakta anlatmıştır. Bu basamaklardan ilki ''deve insandır''. Deve insan köledir. Otoriteye ihtiyaç duyar ve diz çökmüştür. Otoritenin baskısını ve yükünü omuzlarında hisseder . İkinici aşama ''Aslan-İnsan''dır. Aslan insan köle olduğunu fark etmiş ve ayağa kalkmışıtır. Fakat hala bir sürüye ihtiyaç duyar ve alkışlanmaya ihtiyacı vardır. Fakat artık son basamak olan ''Çocuk ''ta insan herşeyin ötesine geçmiştir. Nietzsche'ye göre üst insan çocuktur. Üst insana göre dünya değersizdir. Üst insanın ne bir otoriteye ne de arkasında bir sürüye ihtiyacı vardır. O ahlaken evrilmiştir. Etik açısından bizi aynılaştırıp köleleştiren başka bir yapı da pragmatizmdir. Pratik yarar insanları aynılaştırır. Zaten pratik yol tek bir yoldur. Farklı yollar bu sisteme göre değildir. Bu sisteme göre doğru ve en faydalı tek bir yol vardır. Bu yol bizi farklılıklardan uzak tutar. Bu nedenle Kant bir işi yaparken ondan fayda sağlamak amacıyla yapmamak gerektiğini savunur. Bir insana yardım ederken aklımızdan ''Bugün ben ona yardım ettim yarın da o bana yardım eder.'' gibi düşünmemek lazım. Bu nedenle Kant'a göre ahlak ödev gibi olmalıdır. Fakat ne yazık ki sistem tüm davranışlarımızı pratik faydaya göre şekillendirir. Bu nedenle toplumda herkesin davranışı aynı yani çıkarcı bir bakış açısıyla şekillenir.Bu bakış açısıyla şekillenen davranışlar toplumda ahlak eksikliğine yol açar.

Jidduh Krishnamurti  ''Bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak, sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz.'' diyerek aslında bizleri aynılaştıran bu sistemden bir an sıyrılmamız gerektiğini söylemiştir. Bunu Nietzsche ve nihlistlerin savunduğu gibi bireysel bir kurtuluş hedefleyerek yapmamız için ''ruhumuzun özgürce dans etmesi '' gereklidir. Bu nedenle sanat çok kıymetlidir. Apollon ve Diyonisos diyalektiği incelendiğinde Apollon dengeyi , düzeni sınırları ifade ederken şarap tanrısı Diyonisos ise sınırsızlığı esrimeyi ve kaybolmayı ifade eder. Sanat ruhu incelten ve ''esrimeyi'' sağlayan bir şeydir. Ruhun kurtuluşu için ekstaz şarttır ve ekstaz haline geçebilmek içinde diyonziyak etkiye sahip bir şey lazımdır . Eğer sanata pratik faydadan uzak bir tavırla yaklaşılırsa insan ruhunu sanata ve güzelliğe daldırır ve o dünyanın içinde kaybolur. Fakat kapitalizm sanatı da araçsallaştırmış ve alınıp satılabilen bir objeye dönüştürmüştür. Örneğin birkaç yıl önce Bedri Baykam bir boş çerçeveyi 125 bin dolara satmıştı. Bu örnek sanatın içinin boşaltılıp alınıp satılabilen bir obje haline getirilmesi yönüyle dikkat çeker . Ayrıca kapital düzende sanatın işlevini açıklar. Modern sanat eserleri birbirine benzeyen ve seyirciyi tatmin etme kaygısıyla oluşturulmuştur.

Kısacası bizleri aynılaştırma yönüyle kapitalizm farklı yönlerden farklı yöntemlerle çalışır. Bizi birbirimzle aynılaştıran ve kendimize yabancılaştıran kapitalizmin dünya üzerinde tüketebilecek bir yeri kalmadı bu nedenle artık insanları sömürmeye ve tüketmeye başladı .Bu nedenle artık zihinleri özgürleştirmeye başlayarak sorgulama mekanizmamıza vurulmuş olan prangaları bir şekilde kırmalıyız. Yoksa bizleri birbirimize benzeten bu sistem içerisinde eriyip yok olacağız.

''Düşünceleri nedeniyle hapse girmiş olan Henri Thoroeau düşünceleri ve fikirleri nedeniyle hapse girmiştir ve onu ziyarete gelen arkadaşı Waldo onu ziyarete gelir ve sorar ;

- Neden burdasın Henri ?

Henri cevap verir ;

-Asıl sen neden burada değilsin Waldo''.

 

Yarışmada ilk 10 sırada yer alan öğrenciler ve yazılarına bu linkten ulaşılabilir