Bond… James Bond. İngiliz Gizli Servisi’nin 00 adlı daha da gizli grubu içerisinde en değerli pek bilindik gizli ajan. Bazen üstlerinin kurallarına karşı çıkarak bile olsa bir yandan kendisini bir yandan ülkesinin çıkarlarını amansızca savunan fedai. 1953 yılında İngiliz yazar Ian Fleming tarafından yaratılan Bond karakterinin maceraları 1962 yılından itibaren sinema perdesinde seyirciye ateş ederek ve ekranı kırmızıya bulandırarak başlamış ve 53 yıldır “aynı pilavı” farklı karakterler, farklı mekanlar, farklı düşmanlar ve tabii farklı kadınlar sosuyla yemeye devam ediyoruz. James Bond serisinin 25.filmi olan Spectre 6 Kasım Cuma gününden itibaren beyaz perdede izlenmeye başladı.
Ian Fleming ölmeden önce kendisiyle yapılan röportajlarında Bond karakterini yaratırken her sanatçı gibi kendi yaşamından da esinlendiğini anlatmış. James Bond’un her heteroseksüelin keyifle okuyacağı maceraları yaşayan sıradan bir insan olmasına dikkat ettiğini söyleyen Fleming, 60’ların soğuk savaş dönemine ve yaşam tarzına uygun bir söylemde bulunmuş. Kendi ifadesiyle Bond’un, “sıradan” bir karakter olmasının ilk göstergesi olarak sıradan bir isimle karakterine hayat vermiş.
Heteroseksüellerin keyifle izleyeceği Bond karakterinin dolayısıyla toplumsal cinsiyet bağlamında erkek rolünün hakkını (!?) verdiğini görebiliyoruz. Peki nasıl? Bu bağlamda Gilmore’ın erkeklik rolüne ilişikin dünyadaki tüm erkek kimliklerine bakıldığında göründüğünü söylediği üç temel ölçütü hatırlatalım;
- Bir kadını hamile bırakmak,
- Kendisine bağımlı olanları tehlikelerden korumak,
- Hısım ve akrabalarını geçindirebilmek.
Bu bağlamda Fleming tarafından yaratılan Bond karakterinin Gilmore’ın erkek kimliğine ilişkin tespitiyle oldukça uyuştuğu konusunda sanırım seriden en az bir film izleyenler hem fikirdir. Bond kadar ünlü olan “Bond kızlarının” her filmde hangi modeller, hangi aktristler tarafından canlandırılacağı medyanın filme dair en önem verdiği haber konularından olmuştur. Bond bir yandan dünyayı kurtarırken bir yandan pahalı yaşam zevkinin gereklerini yerine getirir ve kadınlarla birlikte olur film boyunca…
Bond romanlarının ve dolayısıyla filmlerinin bu kadar ilgi uyandırmasını ilgi çekici bulan ünlü dilbilimci Umberto Eco, yazdığı bir yazıda kahramanımızın başından geçenlerin aslında hep aynı senaryo adımları üzerinden ilerlediğini tespit etmiş;
1. Büyük patron olan gizli servisin başkanı Bond’a tehlikeli ve gizli bir görev verir,
2. Bond ve Kötü karşılaşır,
3. Bond kötüye ilk darbeyi vurur (ya da tersi),
4. Bond ve kadın karşılaşır,
5. Bond ve kadın ilişki yaşarlar,
6. Kötü, Bond’u yakalar,
7. Kötü, Bond’a işkence eder,
8. Bond, Kötü’ye nihayi darbeyi vurur,
9. Bond iyileşir, kadınla görüşür ama kadını kaybeder.
Gilmore’ın erkeklik tespitinin ardından Eco’nun seriye dair çıkardığı şablon doğrultusunda bu yazıda serinin son filmi Spectre’ye göz atalım.
Fleming’in sıradanlık vurgusuna rağmen Bond karakterinin 2002 yılında gösterime giren Die Another Day (Başka bir gün öl) filmine kadar olabildiğince ideal erkek görünüşüne sahip aktörler (Sean Connery, Roger Moore, Pierce Brosnan…) tarafından canlandırıldığına şahit olmuştuk. İngiliz ulusunun, Batı kimliğinin ve erkek cinsiyetinin bir casusluk serisinde hangi aktör tarafından canlandırılacağı popüler kültür içerisinde sürekli bir tartışma konusu olarak dikkat çekiyor. 2006 yılından itibaren Bond karakterini diğer aktörlerden farklı ve nispeten (en azından mimik ve beden dili olarak) daha sıradan bir görünüme sahip olan Daniel Craig tarafından canlandırıldığını görüyoruz. Spectre, Daniel Craig tarafından son kez James Bond karakterinin oynandığı film olarak dikkat çekiyor.
Umberto Eco tarafından belirtilen şablona uymayan senaryo 007 macerasının değişime nispeten ayak uydurmaya başladığını gösteriyor. Değişen sosyokültürel yapıyla beraber James Bond’un gelecek filmlerinde hangi aktörün (belki de aktristin) bu karaktere hayat vereceği konusunda düşünülmeye ve bu konuda tartışmalar yapılmaya başlandı bile…
Spectre’da eski ve yeni gizli servis binalarına bakarak değişimi okumak da mümkün. Oldukça modern standart bir yapı içerisinde ilerleyen Bond filmlerinin artık postmodern yapıya uyum sağlamaya çalışacağını görebiliyoruz. Bununla beraber postmodern karakterimiz Bond, düşkün olduğu geleneklerini, modern yaşam biçimini ve değişen zamana ayak uydurma becerisini aynı potada eritme çabası içerisinde…Kahramanımızın ilk Bond filmlerinde kullanılan arabaya bağlılığı, kurallara karşı çıkmasına rağmen sistemden tamamen çıkmaması ve sisteme uygun hareket etmesi, sistemden çıkışının yine sistem içerisinden gelen talebe bağlı olması, bir İngiliz centilmenine yakışır biçimde her ortama uygun kıyafet seçimlerine devam etmesi, binalar yıkılırken bile ceketinin önünün ilikli kalması (!?) gibi tercihler Bond’un modernizmden kaçsa bile geleneklerinden kaçamadığını dolayısıyla postmodern bir kahramana dönüşümüşünü gösteriyor.
Bond filmlerinin değişmeyen standartı değişen dünyaya rağmen kendimizi özdeşleştirdiğimiz kahramanın ve savunduğu değerlerin daima üstün geleceği bir yapıyı görüp rahatlamamızı (!?) sağlıyordu. Ötekiye yani “Kötü” karaktere rağmen her daim yaşanan bütün maceraların ardından galip gelen oluyordu Bond… Dolayısıyla galip gelen seyirci oluyordu. Bond’la özdeşleşip modern ve ferah bir yaşam sürüyor, kötülerle mücadele ediyor, karşı cinsle birlikte oluyorduk. Spectre ile beraber servisin yaramaz çocuğu olan Bond’un daha ciddi bir şekilde bulunduğu sistemi eleştirdiği hatta ona karşı çıkabildiğini, o sistemin kurallarını kendi lehine kullanabildiğini görüyoruz. Bununla beraber yine sistemin “iyiliği”ni göz önüne alarak “sisteme rağmen sistem için” karar verip hareket ettiğini de izleyebiliyoruz. Nihayetinde Bond, sistem içerisinde yine doğru olanı gerçekleştirmek çabasında.
Değişen sosyokültürel yapı, teknolojik gelişim tabii ki Bond’un muhafazakar, gelenekçi yapısıyla çelişiyor. Teknoloji konusunda 007’nin en büyük yardımcısı Q (filmde Ben Whishaw tarafından canlandırılıyor), kahramanımızın aynı zamanda “zamana uygun” hareket etmesine de yardımcı oluyor. Aslında bir eksiklik olmayan zamana karşı direnç konusunda Bond’u yumuşatıp zamanın şartlarıyla uyumlu hale hatta şartlara üstün hale getiriyor.
Spectre’de yönetmen Sam Mendes’in kendi bakış açısıyla daha gerçeğe yakın daha sıradan bir karakter olan Bond’u görebilmemiz için olabildiğince az sırıtan efektler ve müzik kullanımı ile “nispeten gerçekçi bir havada” filmi izliyoruz. Diğer 007 filmlerinin aksine müzik ve görsel efekt terörüne olabildiğince az maruz kalarak filmi takip edebiliyoruz. Yine diğer Bond filmlerinin aksine cinselliğe ilişkin vurgular ve sahneler bu filmde abartılı olmamasıyla da dikkatimizin dağılmasına engel oluyor. Bond kızları diğer Bond filmlerinin aksine tıpkı “sıradan” Bond gibi “sıradana yakın” görünümleriyle seyircinin dikkatini konudan uzaklaştırmıyor.
Dünyanın dönüşümüne James Bond karakteri uyum sağlayacak mı, Barış Manço’nun “Cacık” şarkısında belirttiği üzere “dünya dönüyor dostlar ben dönmüşüm çok mu” dizesini söyleyecek mi sorusu Spectre ile beraber zihinlerde oluşuyor. Gelecek 007 filmlerinde bu dönüşümün hangi boyutta olduğunu daha net bir şekilde görebileceğiz. Yaklaşık 1,5 milyar dolarlık maliyeti ile 6 milyar dolarlık geliri ile ülke bütçelerine rakip olan James Bond serisinin 26.filmi ardından zihinlerde hala sorular oluşabiliyor ve cevaplar aranabiliyor. Belki de serinin değişmeyen tek şablonu zihinleri çok yormadan keyif vermesi ve gelecek çekilecek bölümlere ilişkin ilgiyi devam ettirebilmesi...
* Görseller filmin Facebook sayfasından alınmıştır.
Yararlanılan Kaynaklar;
- Ünsal Oskay, İletişimin ABC’si, Der Yayınları,
- Mehmet Yakın, “Erkeklik: İktidarın Taşıyanı Ezmesi”,