Mehmet Y. Yılmaz

15 Kasım 2021

The Spy Who Shocked Me! (*)

Çamlıca Kulesi’nde fotoğraf çeken iki turistin “casus” diye tutuklanması, Erdoğan rejiminin içine düştüğü paranoyak ruh halinin, bütün sisteme nüfuz ettiğini gösteriyor. Rejim, bu paranoyayı kitlelere yayarak, bir seçim daha kazanabileceğini hesaplıyor

Çamlıca Kulesi’nden Recep Tayyip Erdoğan’ın evinin fotoğraflarını çektikleri gerekçesiyle, terörle mücadele ekipleri ve Cumhurbaşkanlığı korumaları tarafından gerçekleştirilen bir operasyon ile kulede yemek yerken gözaltına alınan 2’si İsrailli turist 3 kişi, “siyasal ve askeri casusluk” suçlamasıyla çıkarıldıkları mahkemede tutuklandılar.

Bu kişiler MOSSAD ajanı iseler, serbest kalıp memleketlerine döndüklerinde işten atılacaklarına iddiaya girerim.

Bilmem kaç metre yükseklikteki bir kuleden, cep telefonuyla Erdoğan’ın evini görüntüleyerek ne elde etmeyi düşündüklerini amirlerine anlatmakta güçlük çekeceklerine eminim.

Bize anlatılan MOSSAD hikayeleri doğruysa adamlar evin mimari planlarına sahip oldukları gibi, kanalizasyon sisteminden numune toplamayı bile başarmış olmalılar.

Ayrıca uydulardan elde ettikleri görüntüleri niye kullanmıyorlar da İstanbul’a kadar iki ajan gönderiyorlar, bunu da İsrail medyası sorgulamalı. Sonuç olarak onların vergileri harcanıyor.

Yazının başlığı, James Bond gibi soğuk savaş dönemi casusluk filmlerinin klişeleri ile dalga geçmek için çekilen Austin Powers filminden mülhem. (The Spy Who Shagged Me isimli film, Türkiye’de Avanak Ajan ismiyle gösterilmişti.)

Başımıza gelmediği için birbirimize anlatıp güleceğimiz bir olay ama tabii tutuklanan 3 kişi açısından durum parlak sayılmaz.

Belli ki onlar da tıpkı Osman Kavala, Selahattin Demirtaş gibi belirsiz bir süre “bağımsız Türk adaletini” tadacaklar!

Olay komik olmakla birlikte Erdoğan rejiminin içinde bulunduğu paranoyanın boyutlarını göstermesi bakımından önemli.

Hatta vahim!

Ve bu paranoya, bütün sistemin içine öyle bir işlemiş ki İsrailli turistlerin kendi aralarındaki konuşmaları dinleyerek kuşkulanan garsonların İbraniceyi nasıl anlayabildiklerini bile sorgulayamıyor.

Bugün Türkiye’de yaşadığımız türden otoriter tek adam rejimlerinin, kendi etrafındaki kenetlenmeyi sağlayabilmek için dış kaynaklı tehditleri kullanmaları ortak bir özellik.

Türkiye de bu açıdan verimli bir toprak sayılabilir.

“Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” gibi yabancı düşmanlığından kaynaklanan paranoya, bizim toplumsal – siyasal kültürümüzde var.

Ve bu kültür, solcu – sağcı fark etmiyor, kendisine özgü bir “seçilmiş travma” görevi görüyor.

Kitleleri, çevrenizde kenetlemek istiyorsanız, hepsinin paylaştığı böyle bir travmayı kullanabiliyorsunuz ve bunu da en iyi otoriter liderler başarıyor.

Böyle olduğunda bir yandan ekonomideki kötü gidişi “dış düşmanların Erdoğan’ı devirme çabalarının sonucu, saldırısı” olarak tarif edebiliyorsunuz.

Ancak bu diğer taraftan dönüp, onlara “ülkeme yatırım yapın” demenize de engel olmuyor.

Hatta bu ikisini Erdoğan gibi aynı konuşma içinde bile yapabiliyorsunuz.

Bir yandan “dış güçlere” saydırıp, diğer yandan aynı mahfile, “Kanal İstanbul’a yatırım yapmayın” diyen Kemal Kılıçdaroğlu’nu eleştirebiliyorsunuz.

Dış güçler, bizim kötülüğümüzü istiyorlarsa, Kanal İstanbul’a yatırım yapmaları ne anlama geliyor olabilir? Komplo teorileriyle zihinlerini iğfal edilmiş seçmene bu soru bir anlam ifade etmiyor tabii.

Geçtiğimiz cuma günü Sabah gazetesinde şöyle bir başlık vardı: “Türkiye düşmanı güçlerin kirli planını Sabah deşifre ediyor: MOSSAD ve CIA’nın 2023 projesi Erdoğan’ı devirmek!”

Nasıl, içiniz ürperdi mi?

Yazıyı okuyorsunuz; meğerse eski MOSSAD Başkanı, Yahudi sermayesi finansörlüğünde bir psikolojik harekât platformu kurmuş, seçimlerde Erdoğan’ı devirmek için harekete geçmiş!

Peki seçimlerde Erdoğan’ı devirmeye çalışmak böyle bir MOSSAD – CIA ortak yapımı operasyon ise, aynı hedefe kitlenmiş CHP, İP, SP, DEVA, GP’nin konumu ne oluyor?

Yanıtı çok basit: MOSSAD – CIA ajanı!

Peki, bir seçimi kazanmaya çalışmak, bir demokraside bir siyasal parti için son derece doğal değil midir?

Seçimi kazanmaya çalışmak, nasıl komplo olabiliyor? Seçim kazanmak, nasıl bir “darbe” olabilir?

Bu soruların yanıtı yok tabii.

Önemli olan kitleleri, böyle bir komplonun varlığına inandırıp, etrafında toplanmalarını, dağılmamalarını, başka seçim vaatlerine kanmamalarını sağlamak.

Gerçeğin ne olduğunun bir önemi yok.

Günümüz Türkiye’sinde bu tür komplo teorilerini satın almaya hazır bir kitle var.

Araştırmalar gösteriyor ki bu teoriler bir yandan anti Semitik duyguları körüklüyor, diğer yandan kabaran bu duygular kitlelerin komplo teorilerine inanmalarını kolaylaştırıyor. (Sosyolog Dr. Türkay Salim Nefes’in “Dünyada ve Türkiye’de Komplo Teorileri’ni Anlamak” başlıklı makalesi, Cogito’nun Güz 2021 sayısında yayımlandı. Kaynağım o makaledir.)

Onun için de Kule’de hatıra fotoğrafı çektiren iki turistin İsrailli olmaları, tadından yenmeyecek kadar lezzetli bir fırsat rejim için.

Bu arada üç sıradan insanın hayatı alt üst olmuş; kimin umurunda?

(*) Beni şoke eden casus!

***

 

Demokrasiye hasret Türkler Birliği!

 

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını kazanan Türk devletlerinin üye olduğu Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi, adı Demokrasi ve Özgürlükler Adası olarak değiştirilen Yassıada’da toplandı ve adını Türk Devletleri Teşkilatı olarak değiştirdi.

Bu yıl bağımsızlıklarının 30. yılını kutlayan devletler, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ile Türkiye bu birliğin üyeleri. Türkmenistan gözlemci üye, Macaristan da dolaylı akrabalığımızdan olsa gerek “gözlemci” olarak bu toplantıda en üst düzeyde temsil edildi.

“KKTC nerede, o da bir Türk devleti değil mi” diye sormayın. Belli ki bizden başka kimse, KKTC’yi devletten saymıyor, bizimkiler de bunu o kadar ciddiye almıyor.

Erdoğan, yaptığı konuşmada “İslam ve yabancı düşmanlığı gibi çağımızın vebası olan yıkıcı akımlarla mücadelede birlikte hareket etmeliyiz” dedi.

Toplantıya katılan ülkelere bakınca birliğin adının başlıktaki gibi değiştirilmesinin daha iyi olacağını düşündüm.

Çünkü bu ülkelerdeki akrabalarımızın makus talihlerini yenemiyor olmalarına neden olan veba da “yolsuzluk, nepotizm ve diktatörler” olmalı.

Bu ülkelerin halkları, ülkelerindeki onca doğal zenginliğe rağmen ciddi bir yoksulluk içinde yaşıyorlar.

Sovyetler yıkılıp giderken iktidarı ele geçiren gruplar ise bütün zenginliğin üzerine oturup, koyu bir baskı rejimiyle iktidarlarını koruyorlar.

Nispeten fakir ve nispeten demokrat Kırgızistan’ı belki ayrı tutmak gerekiyor.

Ancak unutmamalı ki orada da iktidar her el değiştirdiğinde değişen tek şey ülkenin zenginliklerini kendi çıkarlarına kullanan klikler oluyor.

Türkiye’nin ve Macaristan’ın elbette bu ülkelerden farklı oldukları çok yön var ama ikisi de gerçek bir demokrasiyi içine sindirebilmiş değil.

Toplantının Demokrasi ve Özgürlükler Adası’nda yapılması da sanırım Dışişleri Bakanlığı’nın liderlere yaptığı bir şaka olmalı!

Memleketimizin muhalefeti de bu konuda iktidardan çok farklı değil.

Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener de İBB’nin düzenlediği bağımsızlık kutlamalarında konuştular.

Sözcü’deki habere göre iki lider “altı büyük Türk devletinin bir araya gelip, gücünü ortaklaştırdığı zaman, dünya tarihine görkemli imzayı hep beraber atmış olacaklarının” altını çizmişler.

Keşke onlar o ülkelerde ezilen, bizimki kadar bile demokrasiye hasret muhalefete sahip çıksalardı diye aklımdan geçirdim; bazen çok mu hayalci oluyorum, bilemedim.