Mehmet Y. Yılmaz

23 Mart 2022

Tak Hermes’i koluna, herkes kendi yoluna!

Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde 20’lik bölümü bir yılda yaratılan gelirin yüzde 47,5’ini alıyor. Yaklaşık 16 milyon kişi, Türkiye’de değil de Danimarka’da yaşıyor gibi düşünün. Onlar elbette lokantaları da dolduruyor, saatleri de alıyor, kasaba şoförünü gönderip bir kuzunun yarısını da alıyor!

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gerçeklikle ilişkisinin koptuğundan uzun süredir kuşkulanıyorum. Bazen öyle olmadık şeyler söylüyor ki “hayır, bunu söylemiş olamaz” diye aklımdan geçiriyorum, en az iki – üç kaynaktan kontrol ediyorum: Gerçekten söylemiş mi yoksa bir yanlış anlama mı var?

Çanakkale Köprüsü’nden geçiş fiyatını açıklarken “200 liracık” demesi bunlardan biri mesela.

Dili alışmış belli ki, oğlunun nasıl aldığını tam olarak bilmediğimiz gemisi “gemicik” oluyor, 200 lira da haliyle “200 liracık”!

İnsanların “on liralık kıyma” ile idare etmeye çalıştığı bir ülkede söylüyor bunu.

Geçen gün de Saray’da AKP’li milletvekillerini ve il başkanlarını topladı.

Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın, parti toplantıları için böyle kullanılmasının yaratması gereken ahlaki sorunu tartışmadığımızı fark ettim.

Galiba ocağın üstündeki suda ağır ağır pişen kurbağa örneği gibi bir şey bu da.

Öyle şeylere alıştırılıyoruz ki bu tür tuhaflıkları tartışmak aklımıza bile gelmiyor.

Her neyse, konumuz “siyasi ahlak” değil zaten.

Saray’da topladığı partililerine şunu söylemiş:

“İnsanların istedikleri her ürüne erişiminin olduğu bir ülkede yaşıyoruz.”

Bunu söyleyen insan bir politikacı, bir partinin genel başkanı ve dahası bizi yönetsin diye seçip, işbaşına getirdiğimiz Cumhurbaşkanı.

İnsanlar istedikleri her ürüne ulaşabiliyor!

“Her ürün” derken Hermes çantaları, Chanel saatleri filan kastediyor olmalı.

Onlara ulaşabilen “herkesi” tanıyor, sıkıntı çıkmadan alınıp, kollara takılabildiğini biliyor.

Gezme dolaşma adeti olan birisi olsa şunu da söyleyebilirdi: Pahalılıktan şikâyet ediyorsunuz ama bütün lokantalar dolu!

Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde 20’lik bölümü bir yılda yaratılan gelirin yüzde 47,5’ini alıyor.

Yaklaşık 16 milyon kişi, Türkiye’de değil de Danimarka’da yaşıyor gibi düşünün.

Onlar elbette lokantaları da dolduruyor, saatleri de alıyor, kasaba şoförünü gönderip bir kuzunun yarısını da alıyor!

En fakir yüzde 20 ki onların sayısı da yaklaşık 16 milyon kişi, gelirin yüzde 5,9’u ile yetiniyor.

En fakir ikinci yüzde 20 gelirin yüzde 10,9’unu alıyor.

Ve Cumhurbaşkanı “insanların istedikleri her ürüne erişimi olduğunu” gururla söyleyebiliyor.

Asgari ücretin 4250 lira, açlık sınırının Türk İş araştırmasına göre 4013 lira olduğu bir ülkede yapıyor bunu.

16 milyon kişinin açlık, 50 milyon kişinin yoksulluk sınırında yaşadığı bir ülkede!

Ve gelecek seçimde kazanma konusunda da hayli iddialı.

Bunun sebebi, muhalefetin aç karınla kimsenin ilgilenmediği “parlamenter sistem” aşkına kendisini kaptırıp, asıl sorunu görmüyor olması olabilir mi?

* * *

Fetullahçı işler bunlar

Bizim hukukumuzda, ceza yargılamalarında savcıların bir görevi de sanıkların lehine olacak kanıtları toplamaktır.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 160. maddesi bunu düzenliyor.

Bu, maddi gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılama yapılabilmesi için savcılara getirilmiş bir yükümlülük.

Bu yükümlülük ilk kez  Fetullahçı çete ve AKP’nin “aynı menzil – i maksuda yürüdükleri”, “rabbimin verdikçe verdiği” günlerde unutuldu.

Savcılar, lehte delilleri toplamadıkları gibi lehte olan delilleri gizlediler, fabrikasyon deliller ile davalar açtılar.

Öyle görünüyor ki Fetullahçılarla yolları ayrılsa da zihinleri ayrılmamış.

Gökçer Tahincioğlu’nun dün T24’de yayımlanan haberi, Gezi iddianamesini yazan savcıyı “suçüstü” yakaladı.

Gezi Davası’da 7 ay tutuklu olarak yargılanan Yiğit Aksakoğlu’nun yargılanmasına dayanak gösterilen telefon kayıtlarında yer alan tam aksi yöndeki ifadeleri gizlenmiş.

Niye gizlendiği belli.

Gizlememiş olsa, zaten suçlayacağı bir durum kalmayacak, tutuklama olmadığı gibi yargılama da yapılmayacak.

Savcı bunu emir altında mı yaptı, yukarılardan telkin mi geldi, bunu bilmiyoruz.

İşin ilginci bu telefon kayıtlarının mahkemede dinlenmesini hâkim de istememiş.

Niye dinlemek istemiyor olabilir?

Tahmininizde haklısınız, dinlese sanığı o an beraat ettirmek zorunda kalacak.

Çok merak ediyorum. Savcı ve hâkim vicdan huzuru içinde, rahat uyuyabiliyor mu?

* * *

Yargı acınacak halde

Türkiye’de mahkemeye düşerse haksızlığa uğrayacağına inananların oranı yüzde 67’ye ulaştı.

Neredeyse üç kişiden ikisi, hâkimlerin, savcıların adil olmadığına inanıyor.

“Yargıya güvenmiyorum” diyenler de her iki Türk’ten biri!

Araştırma, Ankara Enstitüsü ve İstanbul Politikalar Merkezi tarafından yaptırılmış.

Şaşırtıcı mı?

Benim için hiç değil.

İşte bir örneği yukarıda.

AKP’nin iktidarda olmadığı “eski Türkiye” günlerinde de yargımızın bağımsız olmadığını, siyasi etkiye açık olduğunu hep hatırlatıyorum.

Ama şurası gerçek ki siyaset dışı konularda yargıya güven çok yüksekti.

Şimdi ortaya çıkıyor ki sadece siyasi konularda değil, sıradan adli konularda da yargı kendine olan güveni tamamen yitirmek üzere.

Zaten kendisine polis süsü veren tiplerin, en eğitimli vatandaşlarımızı bile telefonda kolayca dolandırabiliyor olmalarının nedeni de bu.

“Fetullahçılar hesabınıza sızdı, bölücü örgüt tapunuzu çaldı” gibi lafları telefonda kendisine polis süsü verenlerden duyanların tüyleri diken diken oluyordur.

İnsanlar biliyorlar ki böyle bir suçlamayla mahkemeye düşerlerse, dertlerini anlatana kadar başlarına gelmedik kalmaz.

Hâkim ve savcı beyler, muktediri memnun edeceğiz derken mesleklerini ne hale düşürdüklerinin farkındalar mı acaba?