Osman Kavala'nın iki yıldır tutuklu olduğu suçlamadan beraat edip, daha önce yargılanıp beraat ettiği suçlama nedeniyle ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edilmesi benim için sürpriz olmadı.
"Ağırlaştırılmış müebbet hapis" cezasının karşılığı eskiden idam cezasıydı.
Demek ki zamanında idam cezası kaldırılmamış olsa, Kavala'yı asacaklardı.
Kavala'nın ceza alması kaçınılmazdı; onu hapse attıran kişi, bizzat Recep Tayyip Erdoğan öyle istiyordu.
Onun için bir mahkeme tiyatrosu kuruldu ve dünyanın gözünün önünde oynandı.
Partili yargının yapması gereken her şeyi yaptılar, AİHM kararlarının da ardından dolaşma kurnazlığını da gösterip, tiyatroyu böyle sona erdirdiler.
Bu kararın AYM ve AİHM'den döneceğinden o kadar eminler ki duruşma salonuna gelmiş sanıkları bile apar topar tutuklamakta vicdani bir sorun görmediler.
Ve aslına bakarsanız memleketimizin Siyasal İslamcılarından beklememiz gereken en son şey bir vicdana sahip olmalarıdır.
Böyle vicdani sorunları olmadığını daha önceki yargılamalarda, protesto hakkını kullanmak isteyenlere uyguladıkları acımasız şiddette, doymak bilmez bir çekirge sürüsü gibi memleketin zenginliklerini yağmalamalarında da görmüştük.
Fetullahçı çete ile el ele kol kola yürürlerken de böyle bir vicdani sorunları yoktu.
Biri diğerinin hırsızlıklarına göz yumarken, diğeri de berikinin devleti ele geçirmesine göz yumuyor ve bu nedenle her iki taraf da herhangi bir vicdani rahatsızlık hissetmiyordu.
Onun için bu karardan sonra da o cephede bir şey değişmeyecek.
Bu karar, siyasal İslamcı faşistlerin, neler yapabileceklerini bize gösteriyor.
Bunun bir sınırının olmadığını, en acımasız kararları bile almaktan çekinmeyeceklerini anlatıyor.
Bugün Kavala'ya ve Selahattin Demirtaş'a yaptıklarının yarın Kılıçdaroğlu'nun, İmamoğlu'nun, Akşener'in başına gelmeyeceğinin bir garantisi yok.
Kurdukları düzeni sürdürebilmek için ellerindeki devlet gücünü sonuna kadar kullanmaya çekinmeyeceklerini bu vesileyle bir kez daha gösterdiler.
Kuru demeçlerle bu durumu geçiştirmek, bir muhalefet stratejisi olmamalıdır.
Çizim: Tarık Tolunay
* * *
Bu karar "sivil darbe" girişimidir
Gezi Davası'nda verilen kararı hukuken tartışmanın bir anlamı yok.
Çünkü her şey en başından itibaren zaten hukukun dışında gelişti.
Bir komedi filmine yakışacak bir iddianame ile uyduruk bir yargılama yapıldı ve muktedirin istediği karar tesis edildi.
Ancak bu karar, gelecekte nelerle karşılaşabileceğimizi gösteren bir karar.
"Gezi" diye yargılanan şey, demokratik bir toplumda vatandaşların temel haklarından biri olan protesto gösterisi yapma hakkıdır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa tarafından garanti altına alınan, kısıtlanamaz, yok sayılamaz bir hak bu.
Mahkemeye göre Geziciler, gösteri yaparak hükümeti devirmek istediler.
Mahkeme bunu "darbe" yapmak ile aynı şey kabul ediyor.
Otokrasilerde hayat böyledir işte.
Vatandaşların temel bir hakkı kullanması bile "darbe" suçu sayılabilir.
Oysa demokrasilerde, vatandaşlar protesto haklarını kullanarak hükümetleri devirme hakkına sahiptirler.
Protesto gösterisi barışçı olduğu, şiddete yönelmediği sürece de bu hakkın kullanılması engellenemez.
Çünkü hükümetler, kutsal varlıklar değildir.
Ağır şekilde eleştirilebilir, protesto edilebilir.
Protestolar, halkın çoğunluğunun sesi haline geldiğinde de normal bir demokraside hükümet istifa eder, yerine parlamentonun içinden yenisi kurulur.
Anayasa'nın tanıdığı hakları kullanarak, hükümeti devirmenin darbe suçlamasına dönüşmesi, rejimin, demokrasiden uzaklaşarak, otokrasiye dönüşmeye başlamasıyla mümkün olur.
Türkiye'de yaşadığımız budur.
Gezi davası ile verilen mahkumiyetler, aslında vatandaşların Anayasal haklarını gasp etmeye, yok saymaya yönelik bir darbe girişimidir.
Anayasa'yı tankla tüfekle askıya almakla, idari kararlarla askıya almak arasında bir fark yoktur.
İkisi de aynı kapıya çıkar.