Mehmet Y. Yılmaz

04 Mart 2025

Otokrat yatıp, demokrat uyanır mı?

Öcalan’ın “Bahçeli ve Erdoğan’ın sunduğu yeni paradigma” diye tarif ettiği şeyin Kürt siyaseti tarafından “bir süreç” olarak algılandığını biliyoruz. Ancak daha Öcalan’ın açıklamasının mürekkebi kuramadan “gerekirse kafaların ezilebileceğinden, çelik yumruklardan” söz edilmesi ne anlama geliyor olabilir?

Abdullah Öcalan’ın “aşırı milliyetçi savruluş” olarak tanımladığı “ayrı ulus devlet – federasyon – idari özerklik” taleplerinin Kürt sorununun çözümü için cevap olamayacağını söyleyerek bir tür özeleştiri yapmasının ardından MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, DEMP Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ı aradı.

“Rahat olun, bu ülkeyi birlikte demokratikleştireceğiz. Demokrasi için ne gerekiyorsa elimizden geleni yapacağız. Ben durduğum yerdeyim. Demokrasi için ne gerekiyorsa yapmaya hazırım” dedi.

Bu gelişmeler üzerine normal bir insan olduğum için ben de gencecik insanlar hayatlarını kaybetmeyecek ve memlekete bahar gelecek diye sevindim.

Ancak bu haberler nedeniyle mutlu olmak için de o kadar acele etmiyorum.

Filmin baş aktörlerini tanıyorum. Daha önce tam da böyle bir noktada her şey alt üst olmuştu; bunu da hatırlıyorum.

Bir taraf o günlerdeki barış hevesinin yarattığı ortamda silahlanmaya devam etmiş, bunun sonunda “hendek savaşlarına” kadar da gelmiştik.

Erdoğan’ın da oy kaybettiğini düşündüğü anda kendisinin seçip Dolmabahçe’ye yolladığı heyetin vardığı mutabakatı yırtıp atmakta tereddüt etmediğini hatırlıyorum.

Onun için sevinelim ama bu sevinç bu süreci dinamitleyecek hareketleri görmemize de engel olmasın.

Elbette bu işin nihai bir sonuca varması belli bir zaman içinde mümkün olacak.

Bu arada süreci geri çevirmeyi hedefleyen provokasyonlara da hazır olmak gerek.

Ayrılıkçı talepler belki tamamen yok olmayacak ama son derece marjinal bir hale gelecek.

Bu tür küçük grupların yabancı güçlerin de ittirmesiyle kalkışabilecekleri provokasyonların, süreci dinamitlemesini önlemek soğuk kanlılığı kaybetmemekle mümkün.

Bugün yaşadığımız “yeni paradigmanın” taraflardan biri tarafından bir “süreç” olarak görülmesi buna karşılık diğer tarafın hiç de o havalarda olmaması ban ilginç geliyor.

Öcalan’ın “Bahçeli ve Erdoğan’ın sunduğu yeni paradigma” diye tarif ettiği şeyin Kürt siyaseti tarafından “bir süreç” olarak algılandığını biliyoruz.

Bu bir süreç, elbette her şey bir anda olmayacak. Ama belli bir haritaya göre düzenli adımlar atılacak ve bu sorun kökten çözülecek mi?

Saray’dan yayılan havada böyle bir sürecin hedeflediğini bize gösterecek bir işaret olmadı.

Tam tersine yapılan açıklamalarda üstenci bir tavır seziyorum.

Tereddüt etmeme neden olan da bu.

Kuşkusuz ki Türkiye’yi yönetenlerin bu konuda zamana yayılmış bir planları varsa bunu bugünden açıklamalarını beklemiyorum.

Bizim memlekette işler böyle yürümez, onu biliyorum.

Ancak daha Öcalan’ın açıklamasının mürekkebi kuramadan “gerekirse kafaların ezilebileceğinden, çelik yumruklardan” söz edilmesi ne anlama geliyor olabilir?

Öte yandan Bahçeli’nin Kürt milliyetçileri ile el ele vererek “bu ülkeyi birlikte demokratikleştirecekleri” vaadi de artık masada.

Birlikte bunu nasıl yapacaklar bilemiyorum ama Türkiye’yi yöneten koalisyonun bugüne kadarki demokrasi karnesi çok da ümitli olmaya elverişli değil.

Erdoğan’ın bir gece otokrat olarak yatıp, ertesi sabah demokrat olarak uyanabileceğine inanamayacağımı söylersem kimse kızmasın.

Bahçeli’nin de kendisi gibi düşünmeyenlerle ilgili fikirlerini TBMM’de Salı günleri yaptığı bol hakaretli konuşmalarından biliyoruz.

Bu pilav belli ki daha çok su kaldıracak; görelim bakalım kim ne kadar demokrat olabilecek.

***

Rejimin karakteri işte böyle

Bir özel kurumun, en üst düzeydeki iki yöneticisi arasında, kurumun yönetimiyle ilgili olarak yapılan bir yazışmadan “inanç ve değerlere hakaret” çıkarmak AKP yargısının vesikalık fotoğrafı sayılır
Zorlu Holding'deki CEO'luk görevinden istifa eden Cem Köksal

Zorlu Holding’in “müstafi” CEO’su Cem Köksal’ın başına gelenler, Öcalan’ın mektubuyla “demokrasi de gelecek” diye heveslenenlere nasıl bir ülkede yaşadığımızı tekrar hatırlatmış olmalı.

Eski Türkiye’nin bazı kentlerinde oruç tutmayanlar dayak yerdi, Yeni Türkiye’de Ramazan’ın gelişini kutlamayanlar hapse atılıyor.

Bir özel kurumun, en üst düzeydeki iki yöneticisi arasında, kurumun yönetimiyle ilgili olarak yapılan bir yazışmadan “inanç ve değerlere hakaret” çıkarmak da AKP yargısının vesikalık fotoğrafı sayılır.

Elbette isteyen Ramazan’ı gelişini kutlar, isteyen kutlamaz. İsteyen kandillerde mesaj da gönderiyor, istemeyen göndermiyor. Son yılların modası Cuma günlerini de kutlamak. İsteyen kutluyor, istemeyen kutlamıyor. Hatta Cuma günleri “bakara makara” yapanlar terfi edip, büyükelçi bile olabiliyorlar.

Cem Köksal, “inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme” suçlamasıyla başlatılan soruşturmada göz altına alındı ve “adli kontrol” ile serbest bırakıldı.

“Adli kontrol” de esasen bir tür tutuklama sayılır, yürütülen bir soruşturma için bir vatandaşın bazı özgürlüklerini kullanmasının kısıtlanması anlamına gelir.

Savcılığın yönelttiği suçlamaya göre Köksal’ın, yönettiği şirkette daha alt kademedeki bir yöneticiye yazdığı bir e posta “inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme” suçu oluşturmuş.

Köksal bunu nasıl yapabilmiş, anlayamadım.

Türk Ceza Kanunu’nun 115. Maddesi şöyle:

(1) Cebir veya tehdit kullanarak, bir kimseyi dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya veya değiştirmeye zorlayan ya da bunları açıklamaktan, yaymaktan meneden kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2) Dini inancın gereğinin yerine getirilmesinin veya dini ibadet veya ayinlerin bireysel ya da toplu olarak yapılmasının, cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla engellenmesi hâlinde, fail hakkında birinci fıkraya göre cezaya hükmolunur.

(3) Cebir veya tehdit kullanarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla bir kimsenin inanç, düşünce veya kanaatlerinden kaynaklanan yaşam tarzına ilişkin tercihlerine müdahale eden veya bunları değiştirmeye zorlayan kişiye birinci fıkra hükmüne göre ceza verilir.

Hukuk Fakültesi’nin önünde ayakkabı boyayan çocuk bile bu maddelerdeki “cebir veya tehdit kullanarak” şartını anlar.

Köksal kimi tehdit etmiş, neyle tehdit etmiş, nasıl bir güç kullanmış?

Öte yandan Ramazan’ı kutlamak, benimsemek ve oruç tutup ibadet etmek ne kadar “inanç hürriyeti” ise bunun doğru olmadığını söylemek de o kadar “inanç hürriyeti” sayılır.

İnanç hürriyeti, hiçbir inanca bağlı olmamayı da kapsar ki bu düşüncede olanlar da kendi fikirlerini yayma hakkına sahiptirler.

Onların bu haklarını kullanmalarını cebir ve tehdit ile engellemek de suçtur.

Savcı’nın Cem Köksal’a yaptığı da kusura bakmasın ama bundan farksız.

Ceza tehdidi ile inanç ve düşünce açıklanmasını engellemek de vatandaşların haklarına tecavüz sayılır.

Son derece basit böyle bir tartışmanın bu hale getirilmesi, rejimin karakterini gösteren bir örnek.

Ama merak etmeyin, Bahçeli ile Bakırhan el ele verecek ve demokrasiyi de getirecekler inşallah!