TBMM Komisyonu’nda kanun torbasına atılan 'şeylerden' biri de 'bağışlanmış yumurta ya da sperm ile çocuk yapma yasağının' genişletilmesi oldu.
Buna göre, yumurta veya spermi bağışlayan, aşılayan, bulunduran, kullanan, saklayan, nakleden, alım-satımını yapan, aracılık eden, bu işlemi özendiren, yönlendiren herkes 5 yıla kadar hapis istemiyle yargılanacak.
Sağlık Bakanı Yardımcısı Muhammet Güven, kanunun bu şekilde değiştirilmesindeki amacın 'nesebin korunması' olduğunu söyledi.
Nesep, soy bağı anlamına geliyor. Dar anlamda kullanıldığında çocuğun ana-babasıyla ilişkisini anlıyoruz.
Soy bağının korunması dini açıdan önemli.
İslam dini, kimsesiz çocukların bakımını sağlamayı bir görev olarak Müslümanlara tanımlasa da hukuki sonuçlar doğuracak türden evlat edinmeyi haram olarak görüyor.
Deyim yerindeyse 'beslemeye' evet, 'evlat edinmeye' hayır diyor.
Bunun nedeni evlat edinen ile evlat edinilen arasında kan bağının bulunmamasının mahremiyet açısından doğuracağı sakıncalar.
Bu açıdan bakınca İslam dinine inananların evlat edinmekten de, onun bir türevi sayılacak donör aracılığıyla çocuk sahibi olmaktan da uzak durmaları gerekiyor.
Bu, inananlar için anlaşılabilir bir durum.
Peki bu ülkede yaşayan herkes buna inanmak zorunda mı?
Dini bir endişeyi, getirip laik hukuk düzeninin içine sokmak, ne anlama geliyor?
Hukuk sisteminin ucundan kıyısından başlayarak zamanla dini esasların üzerine oturtulmak istenmesi mi?
Çocuk sahibi olmayan ailelerin, nasıl çocuk sahibi olmak isteyecekleri sadece kendilerini ilgilendirir.
İsteyen evlatlık edinir, isteyen donörden yararlanır, isteyen başka tıbbi yolları dener.
Dini inançlarına uymayan da bunların hiçbirini yapmaz, kimsesiz çocuklara bakmakla yetinir.
Bu, çağımızda devletin müdahale edebileceği bir alan değildir.
Dinin açıkça yasakladığı bir konu olsa bile Anayasasına göre laik olması gereken Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları buna uymaya mecbur edilemezler.
Herkesin inancı kendinedir!
Devlet, insanların yatak odalarını gözetlemekten, özel kararlarına karışmaktan vazgeçmelidir.
***
Farkı yaratan Atatürk’ün vizyonuydu
Yeğenim Çınar, Ankara’da anaokuluna giderken bir 10 Kasım günü eve gözyaşları içinde döndü. Ne yaptıysak susturamadık. Sonunda neden ağladığını sormak aklımıza geldi.
Hıçkırıklar arasında hepimize öfkeyle dolu olarak bağırdı:
“Bilmiyor musunuz, bugün 10 Kasım, Atatürk öldü.”
“Evet ama bugün ölmedi ki, çok oldu öleli” diye sakinleştirmeye çalıştık.
“Hayır siz bilmiyorsunuz” diye inledi: “O kalbimizde yaşıyordu ama bugün gerçekten de öldü.”
5 yaşındaki küçük çocuk o yılların ağır ve kasvetli 10 Kasım törenlerinin etkisi altında Atatürk’ün o gün kalplerimizde de öldüğünü zannetmişti.
Atatürk’ü ölüm yıl dönümlerinde gözyaşları içinde anma alışkanlığımızı artık terk ettik.
Doğulu toplumlara özgü ‘anma’ alışkanlığımız yerini ‘Batılı’ bir bakışa bıraktı.
Yalancı gözyaşları döküp, matem şarkıları dinlemek yerine, Atatürk’ü yaptıklarıyla, tarih içindeki konumuyla anıyoruz artık.
Amin Maalouf, 'Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri' isimli kitabında (Yapı Kredi Yayınları. Çeviren: Ali Berktay), İslam toplumlarındaki 'Batı düşmanlığı'nın kökenlerinin 11. yüzyılın son yıllarında başlayan ve 14. yüzyıla kadar süren Haçlı Seferleri’nde aranması gerektiğini söylüyor.
12. yüzyıla kadar medeniyetin ve çağdaş bilginin beşiği olan İslam toplumlarının, bu tarihten itibaren Batı’dan gelen ve önüne çıkan her şeyi yakıp yıkan, insanları kitleler halinde imha eden Haçlı Seferleri karşısında kendi kabuğuna çekilmek zorunda kaldığını biliyoruz.
İki yüzyıl süresince özellikle Lübnan, Suriye ve Güneydoğu Anadolu’da hüküm süren güçlü Haçlı devletleri karşısında varlığını korumak için ‘düşman Batı’ ile her türlü ilişkisini asgariye indiren İslam toplumları, bilim ve felsefe alanlarında da geriye doğru bir gidiş yaşadı.
O yıllar Batı’da Rönesans’ın temellerinin atılmakta olduğu yıllardı.
Hristiyan Batı, kendisine göre medeniyet bakımından daha ileri olan Müslümanlardan kendisine gereken her şeyi almasını bildi, bunu Rönesans’la birlikte yeni bir senteze ulaştırdı.
Buna karşılık İslam toplumları kendi içine kapanıp kalmanın bedelini bilimsel ve felsefi alanda ödemek zorunda kaldı, hâlâ da ödemeye devam ediyor.
Günümüz İslam toplumlarında her kötü giden şeyden Batıyı sorumlu tutma kolaycılığının toplumsal bir zemin bulmasının nedeni de bu olmalı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün en önemli yönü bence burada ortaya çıkıyor. Medenileşmenin, Batı’nın bilim ve felsefesini yadsıyarak sağlanamayacağının farkındaydı.
Doğulu bir İslam toplumundan, Batılı bir İslam toplumu yaratma hedefini kendisine koyduğu zaman, yüzlerce yıllık bu etkinin kolaylıkla silinip silinmeyeceğinden de sanıyorum pek emin değildi.
Bugün bile herkese son derece radikal gelen eylem ve davranışlarının altında yüzlerce yıllık bu kaderi değiştirme isteği yatıyor olmalıydı.
Bugün İslam toplumlarının yaşadığı sıkıntıların önemli bölümünü yaşamıyorsak bunu da aynı vizyona borçluyuz.
Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.