Bir yönetmelik değişikliği yapıldı ve Cumhurbaşkanı’nın ev sahipliğinde yapılan “resepsiyonların” isimleri “kabul töreni” olarak değiştirildi.
Cumhurbaşkanı’nın ev sahipliğinde yapılan bu kutlamalara, “resepsiyon” adını vermek kimin aklına gelmişti, bilmiyorum.
Frenkçeye böyle heves edeceklerine adam gibi bir Türkçe karşılık bulabilmeleri çok kolaydı.
Altı boş özentiler her zaman böyle sonuç verir, bunu da geçerken belirtmiş olayım.
Mevcut yönetmeliğin yayın tarihi 5 Mayıs 2012. Yani Erdoğan’ın Başbakan olduğu günlerde yayınlanmış ve kendisi o gün bunda bir sakınca görmemiş.
Tabii o imzayı basınca bütün Bakanlar Kurulu da basmış, kimse buna itiraz etmemiş.
O halde şimdi düğün değil bayram değilken bunu “kabul töreni” diye değiştirmenin bir anlamı olmalı.
Kabul, Arapçadan Türkçeleşmiş bir kelime.
Türkçede birçok anlamı var. 1) Bir şeye razı olmak, 2) huzura almak, 3) verilen bir şeyi almak, 4) bir kişiyi bir topluluğun içine almak, 5) doğru ve yerinde olduğunu onaylamak, 6) üstüne almak, 7) öyle olduğuna inanmak, 8) benimsemek, 9) (hukuk) sözleşme yaparken karşılıklı niyet beyanı.
“Kabul” kelimesinin, Tören ve Kutlamalar Yönetmeliği’nde (adı çok uzun, ben böyle kısalttım) yapılan bu değişiklikteki anlamının yukarıdakilerden ikincisi olduğunu tahmin etmemiz zor değil.
Esasen tören de böyle gelişiyor: Cumhurbaşkanı ve eşi, arkalarında yaverler ile bir salonda duruyorlar, konuklar bir başka salonda toplanıp sıraya giriyorlar. Sonra “kabul” başlayınca, sırayla el sıkıp, selam vererek önlerinden geçiyor ve kutlamanın yapılacağı salona alınıyorlar.
“Huzura almak” eylemi, üstünlüğü özel olarak vurgulayan bir hareket.
Monarşilerden kalma bir devlet geleneği.
Yönetmelikte, durduk yerde böyle bir değişiklik yapılması da “zamanın ruhuna” uygun aslında.
Jumbo jetleriyle, bin odalı sarayı ve altın varaklı kitsch koltuklarıyla, merdivenlere saksı gibi dizilmiş 16 Türk devletini temsil eden müsamere askerleriyle birlikte değerlendirildiğinde, bu kutlamaya “kabul töreni” adı verilmesi, bir özentinin dışa vurumundan başka bir şey değil.
Diyeceksiniz ki “ne zararı var”? Bence de bir zararı yok tabii.
Ancak, bu tür özenti davranışların “Padişah olmaya heveslenen Cumhurbaşkanı” görüntüsüne dönüşmesi iyi değil.
Demokrasi açısından da, Cumhurbaşkanı’nın imajı açısından da.
Bu değişikliği yaparken “kutlama töreni” deyip geçmek, mümkün değil miydi?
***
KHK’lıların eş ve çocukları yok mu?
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, IŞİD’in canlanmasının (DAEŞ diyor) Türkiye’ye yönelik bir tehdit olduğunu söyledi.
Çavuşoğlu’nun “yumuşak bir kalbe sahip olduğunu” da bu vesileyle öğrenmiş olduk.
IŞİD militanlarıyla evlenmek için gelip, kocası ölünce çocuklarıyla birlikte ortada kalan kadınlardan söz ederken bir gözlerinin yaşarmadığı kalmış.
Çavuşoğlu soruyor:
“Bazı kadınlar savaşmak için geldi ama bazıları da bunların 14 – 15 yaşında çocuklar, bunların ideolojisine kanarak gelip bunlarla evlendi. Şimdi ortada kaldılar. Çocuklar var. Bunları topluma kazandırmayacak mıyız? Neticede bu kadınların ve çocukların tekrar kazanılması gerekiyor. Bunun birçok boyutu var. Sadece terörle mücadele değil insani boyutu. İnsani konularda kimse bize ders veremez.”
Elbette suç kişiseldir ve kocaları IŞİD militanı diye eşleri ve çocukları da suçlu muamelesi görmemelidir.
Gerçi özellikle kadınların IŞİD ideolojisiyle beyinlerinin yıkanmış olduğunu varsaymalıyız ama yine de kimse peşin suçlu muamelesi görmemeli.
Yalnız Dışişleri Bakanı’na şunu hatırlatmak isterim ki IŞİD üyelerinin eş ve çocuklarını topluma kazandırmayı “insanlık gereği” diye açıklarken ihmal ettiği bir şey var:
Bir terör örgütünün üyesi olmadıkları, bu suçla yargılanıp mahkum edilmedikleri halde ellerinden her şeyleri alınarak açlığa mahkûm edilen KHK’lıların eş ve çocukları “insan” değil mi?
Bu kişilerin herhangi bir kurumda işe girmelerine, çocuklarına bakmalarına bile olanak tanınmıyor.
Onların bu toplumda yeri yok mu?
IŞİD üyelerinin eş ve çocuklarını topluma kazandırmaya çalışırken, toplum dışına ittiğiniz bu insanları da hatırlayacak mısınız?
***
O afiş, galiba şerden hayır çıkaracak
Konya’da belediyeye ait otobüs duraklarına asılan, Yahudi ve Hristiyanları ötekileştirip, nefret objesi haline getiren afişleri asan Anadolu Gençlik Derneği (AGD) Konya Şubesi ve Milli Gençlik Vakfı (MGV) afişlerin toplatılmasının ardından bir açıklama yaptı.
İki kuruluşun açıklamasında “yeryüzünde barış, bütün farklılıklarına rağmen dünyadaki bütün insanlarla merhabalaşmaktan, selamlaşmaktan, tanışmaktan, konuşmaktan, kucaklaşmaktan geçer” deniliyor.
Açıklamada şu bölümün altını özellikle çizelim:
“Bu şekilde gerçekleşmesini arzu etmediğimiz bu gündemin, her şeye rağmen, toplumun farklı kesimlerinde tartışılmasının birbirimizi daha iyi anlamamıza ve birlikte barış içerisinde yaşama zemini oluşturmaya katkı sağlayacağına inanıyoruz.”
SP Milletvekili Cihangir İslam da derneklerin açıklamasıyla ilgili olarak “hatanın adilane bir şekilde telafisi için benzer açıklamanın da aynı panolara asılmasını naçizane tavsiye ederim” dedi.
Bu konuyu gündeme getirmemin ardından çok sayıdaki okuyucudan da benzer tepkiler aldım.
Arapça ve Kur’an – ı Kerim bilgileriyle konuyu aydınlatmak ve ayetin tefsirini tarihi çerçeve içinde yerine oturtmak konusundaki görüşlerini benimle paylaşan okuyucularıma da teşekkür ederim.
Öyle görünüyor ki din üzerinden ayrımcılık yapma heveslilerine, en çok karşı çıkacak olanlar da mütedeyyin Müslümanlar olacak.
Konya Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan, Emniyet Müdürlüğü’nün suç duyurusuyla ilgili ne gibi bir süreç başlatıldığına ilişkin bir açıklama, bu yazıyı yazdığım saate kadar yapılmamıştı.