Mehmet Y. Yılmaz

18 Mayıs 2020

Kötülüğün sıradanlaşması

Günümüz Türkiye’si, siyaset bilimcilere, küçük insan kötülüğünün nasıl sıradanlaşıp, otoriter rejimin bir parçası ve dayanağı haline geldiğini gösteren bir "örnek olay" sunuyor

Recep Tayyip Erdoğan’ın partideki yardımcısı Mahir Ünal’ın günlük hayatını çok merak ediyorum.

Bunu merak etmemin nedeni Mahir Bey’in, kadın politikacı ve gazetecilere ağır hakaretler yağdıran bazı sosyal medya hesaplarını "etik kurallara uyan milli hesaplar" olarak tarif etmiş olması.

Ve aslına bakarsanız "Mahir Ünal" ismi altında tanımlanmış bir birey olarak sadece Mahir Bey’inkini değil, iktidardaki koalisyonun bütün yöneticilerinin özel hayatlarında nasıl tipler olduğunu merak ediyorum.

Mahir Ünal

Yani merak ettiğim adını ve soyadını bildiğimiz gerçek bir kişi değil aslında.

Daha çok bir arketip!

Mesela karılarını dövüyorlar mı? Çocuklarına karşı nasıl bir tutum içindeler? Kız çocukları ile oğlan çocukları arasında fark gözetiyorlar mı? Komşuları ile ilişkileri nasıl? Karşı cinse nasıl davranıyorlar? Bir kadın ile tanıştıklarında akıllarından ilk geçen ne oluyor? Haksızlıklar karşısında susarak "dilsiz şeytan" olmayı eleştirirler mi? Elde ettikleri pozisyonu kaybetmek pahasına itiraz etme kudretine sahipler mi?

Bunları merak etmemin nedeni toplumu sarsan (hepsini sarsmadığını da biliyoruz, en azından bir bölümünü sarsan diyeyim, daha doğru sanırım) olaylar karşısında dut yemiş bülbül rolü oynamaları.

Olaylar şöyle gelişti:

AKP – MHP koalisyonunun yöneticileri, bazı muhalif politikacıların sözlerinden "darbe iması" çıkardılar.

Olabilir, herkesin her söyleneni aynı şekilde algılayıp, anlaması mümkün olmayabilir. Siyasette zaten bunu beklememek de gerekir.

Ama sonuç olarak söylenenler bir söz ve siz bu sözlerden bir anlam çıkarıp, buna isyan ediyorsunuz, demeçler veriyorsunuz.

Öbürleri diyor ki "hayır darbeyi kast etmedim", siz diyorsunuz ki "hayır, sen darbe kışkırtıcısısın!"

Bu normal bir siyasi tartışmadır. Onun sözüne karşı, senin sözün!

Mahkemelik olsalar, normal bir mahkemede, normal bir hakim bunları dinler ve "hadi evinize gidin, herkes söyleyeceğini söylemiş" der.

Tartışırsınız, bir yere varılır ya da varılmaz ama herkes kendi görüşünü açıklamış olur.

Bir de bundan sonrası var.

Bundan sonrası sosyal medyada ve geleneksel medyada cereyan ediyor.

Bazı tipler ki bunların sosyal medya hesapları "etik kurallarına uyan milli hesaplar" olarak iktidar koalisyonunun yöneticilerince de tescil edilmiş, bazı kadın siyasetçi ve gazetecilere saldırıyorlar. Aralarında bir kadın oyuncu da var.

Bunların mesajları, kadınlar ile normal bir ilişki kurabilmiş bir erkeğin, hele kamuoyunun gözünün önünde söylemeyi aklından geçiremeyeceği cinsel tehditler içeriyor.

Bir başkası televizyona çıkıyor, ölüm listeleri hazırladığından söz ediyor. Onu televizyona çıkaran başını emme basma tulumba gibi sallayıp, hak veriyor.

Bir başka çete, toplu halde kamuflaj giysilerini giyip, otomatik silahlarla, bir koca mahalleyi tehdit ediyor, filancanın kılına zarar gelirse, şu mahalleyi yok ederiz gibisinden!

Ve bütün bunlar olup biterken, bu tartışmanın birinci kısmında aktif rol almış bu beylerden tık çıkmıyor.

Onlardan tık çıkmayınca savcılardan da tık çıkmıyor tabii.

Bir koalisyon düşünün ki en tepesinden en alt yöneticisine kadar hepsi üç maymunu oynuyor.

"Sapıklarla işimiz olmaz" demiyorlar.

En çok sevdikleri işi yapıp, savcıları göreve çağırmak akıllarına gelmiyor. Ki biliyoruz ki bunu yapmayı gerçekten çok seviyorlar!

Emniyet’te bunun için koca bir büro kurulmuş, her gün milyonlarca sosyal medya hesabı taranıyor, "zanlılar" savcılığa teslim ediliyor.

Ama bunu o kocaman büroda gören kimse yok. Bürodakiler kör olmuş görmüyor, dışardan görüp uyaran da yok.

Kötülük, işte böyle sıradanlaşıyor.

Azgın çoğunluk, çaresiz bir azınlığı ölümle, tecavüzle akla gelmedik sapıklıklarla tehdit ediyor, iktidar koalisyonunun yöneticileri seyrediyor.

Yazının başında merak ettiğimi söylediğim şey de işte tam olarak bu.

Siyaset Bilimci Hannah Arendt, "Kötülüğün Sıradanlığı" isimli eserinde İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan büyük insanlık dramının altında muhakeme yeteneğini ve vicdanını kaybetmiş "küçük adamın" oynadığı rolü tahlil ediyordu.

Arendt, bu kitabı soykırım suçlusu Nazi Adolf Eichmann’ın, İsrail’deki yargılanması sırasındaki gözlemleriyle yazmıştı.

Ve öyle görünüyor ki günümüz Türkiye’si, bu kitabın çağdaş versiyonunun rahatça yazılabileceği bir laboratuvar ortamını sunuyor araştırmacılara.

Komşuları tarafından çok sevilen iyi aile babalarının, ailesi için saçını süpürge eden vefakar annelerin, tonton teyzelerin, ak sakallı amcaların nasıl olup da kolayca, yükselen otoriter rejimlerin bir parçası haline gelebildiklerini gözlemleyebileceğiniz bir laboratuvar ortamı bu!

Üniversitede ders veren hocayı polise ihbar eden öğrenci, komşusunu kesmeye hazır teyze, küçücük kızlardan mükemmel seks partneri hayal eden üniversite profesörü, kız öğrencilerin fotoğrafına bakarken ağzının suyu akan dekan, bizim yöneticilerimizin öngörüsüzlüğü nedeniyle hayatı alt üst olan Suriyeliye "git memleketinde savaş" öğüdü veren amca...

Müstear isim arkasına saklanıp kadınlara nasıl tecavüz edeceğini anlatan tipler de bunlardan.

Bunlardan herhangi birisinin, iki küçük çocuğunun olduğunu, eşini el üstünde tuttuğunu, çevresinde sevilen bir insan olduğunu söylesem de yadırgamazsınız; çocuklarını ve eşini her gün dövdüğünü, komşularının ondan yaka silktiğini söylesem de yadırgamazsınız.

Kötülük sıradanlaştığı zaman böyle şeyler olur çünkü.

Niye seslerini yükseltmiyorlar?

Tekrar yazımın başındaki "arketipe" dönüyorum.

Bu sıradan kötülere karşı niye sesiniz çıkmıyor?

Yaptıklarını onayladığınız için mi?