Mehmet Y. Yılmaz

04 Kasım 2021

Karşı olduğun yetkileri kullanma açmazı

Yargıdaki tahribatı ve yürütmenin yargı üzerindeki etkisini, Anayasa’yı değiştirmeden nasıl gidermek mümkün olabilir?

Recep Tayyip Erdoğan’ın, kendi tabanını konsolide etmek için ısrarla uyguladığı ayrımcı politikaların bir sonucu, kendi karşısındaki bloğu da güçlendirmesi oldu.

Ve biraz da bu yüzden 2023 yılında yapılacak seçim, sanki sadece Cumhurbaşkanı seçiminden ibaretmiş gibi bir hava var.

Oysa en az onun kadar önemli bir ikinci seçimi daha yapacağız ve yeni TBMM’yi de seçeceğiz.

TBMM seçimini ihmal etmenin sonucunun neler olabileceğini İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde AKP – MHP koalisyonunun yaptığı engellemelere bakarak tahmin edebiliriz.

Elbette tersi de doğru.

Recep Tayyip Erdoğan, seçimi kazansa bile muhalefetin çoğunluğu elde edeceği bir TBMM, güçler ayrılığını sağlama yolunda çok önemli bir mevzi olacak.

Muhalefet partilerinin, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” diye tanımladıkları, Anayasa’yı değiştirmeyi de gerektiren sisteme geçebilmek için yeterli çoğunluğa ulaşmalarının bu seçim için çok zor olduğunu söylemek falcılık değil.

Ancak Meclis çoğunluğu, yasamanın yetkilerine ve denetleme gücüne sahip çıkabilirse, bugünkü ucube sistemin hiç olmazsa bir ayağının düzeleceğini öngörebiliriz.

Yetkilerine sahip çıkacak bir Meclis, bugün devlet kurumlarının birçoğunda yaratılan tahribatı gidermeye yönelik adımları atabilir.

Türkiye’nin torba kanunlar ve “ben yaptım oldu” türü Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile yönetilmekten kurtulması lazım.

Yargıdaki tahribatı ve yürütmenin yargı üzerindeki etkisini, Anayasa’yı değiştirmeden nasıl gidermek mümkün olabilir?

Çok ciddi bir soru bu.

Yargı, bu sistemde partili hale getirildi.

Fetullahçılardan boşalan yerlere tayin edilen hâkim ve savcılarda aranan özelliklerin başında partili olmaları geldi.

Açılan o kapıdan bazı tarikatlar da adliye içinde kendilerine iktidar alanları yarattılar.

Güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçilene kadar, bu tahribat nasıl tamir edilecek?

“İktidar değişirse onlar da değişir” diye ümit etmekle bu işin olmayacağını da bugünden görmek gerek.

Muhalefetin açmazı da burada yatıyor sanıyorum:

Bugünkü Anayasa’nın yarattığı tek adam rejiminin neden olduğu tahribatı giderebilmek için, o yetkileri kullanmaktan başka bir çare var mı?

***

Bir utanç döneminin sonuna mı geldik?

 

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Berk Acar, İçişleri Bakanlığı’nın açtığı 110. Dönem Kaymakamlık sınavını kazandı.

Bu bir haber mi? Kuşkusuz ki değil, çünkü söz konusu sınavı kazanan 110 aday daha var.

13 bin 374 kişinin başvurduğu sınavı kazanan 110 aday da TC vatandaşı.

Aslında normal bir ülkede haber olması gereken konu bu.

110 kişinin işe alınacağı bir sınavda 13 bin 364 kişinin yarışıyor olması.

Hepsi üniversite mezunu 13 bin 364 genç insan. 4 yıllık lisans eğitimi almış olmalılar ve 35 yaşını da doldurmamış olmalılar.

Eğitimli genç işsizliğinin ulaştığı boyuttan küçük bir kesit bu.

Berk Acar’ın bu sınavı kazanmasının haber olmasının nedeni ve diğer kaymakam adaylarından ayıran özelliği Ermeni olması.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir Ermeni, Cumhuriyet tarihinde ilk kez böyle bir sınavı geçebildi.

Bu kendisinden öncekilerin sınavı kazanamamış olmalarından kaynaklanmıyordu; çünkü onlar bırakın kazanmayı hayal etmeyi, sınava girmeyi bile hayal edemiyorlardı.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Levanten, Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşlarına uyguladığı sistematik ayrımcılıktan kaynaklanıyordu.

Kendi vatandaşına “yabancı” muamelesi yapan bir devletimiz vardı.

Gizlice kurulup, gizlice kaldırılan Azınlıklar Tali Komisyonu gibi uygulamalarla, bu vatandaşlarımız “milli güvenliği tehdit unsuru” olarak görülüyorlardı.

Üniversite ve güzel sanatlar alanı dışında devlet memuru olabilmelerinin önü de örtülü bir yasakla kapatılmıştı.

Berk Acar’ın bu sınavı kazanması, Cumhuriyet tarihinde utançla hatırlanması gereken bir dönemin kapandığı anlamına mı geliyor, devamı da olacak mı, yoksa seçime doğru ağızlara çalınan bir parmak bal mı; göreceğiz.

***

 

Rakamların hangisi daha inandırıcı

 

TÜİK enflasyon rakamlarını açıkladı ve bir aylık enflasyon yüzde 2,39 oldu. Bu, yıllık enflasyonun 19,89’a ulaştığını ortaya koyuyor.

Buna karşılık Enflasyon Araştırma Grubu’nun verilerine göre aynı dönemde enflasyon ekim ayı için yüzde 6,9, 12 aylık dönemde de yüzde 49,87 oldu.

Şimdi, kimin rakamlarının doğru olduğu ile ilgili küçük bir tartışma yaşayacağız.

Üç beş gün gündemde kalacak, sonra Kasım ayı sonuçları açıklanana kadar unutulacak.

Dikkatinizden kaçtı mı bilmiyorum ama, Vergi Usul Kanunu’na göre hesaplanan “yeniden değerleme oranları” da dün açıklandı.

Buna göre 2022 yılında yeniden değerleme oranı yüzde 36,2 olacak.

Bu bir yıl öncesine göre 4 kat artış anlamına geliyor.

“Yeniden değerleme oranı” denilen konu, 2022 yılında vergi, harç ve cezalara uygulanacak cezaların ne kadar artacağı ile ilgili.

Bu durumda anlıyoruz ki Maliye Bakanlığı’nın enflasyonu yüzde 36,2!

Merkez Bankası’nın enflasyonu ise 19,89’un altında olacak: Yüzde 18.4.

Sizce gerçekçi olan hangisi?

Enflasyon, TÜİK’in iddia ettiği gibi 19,89 ise, vergi ve harçlar neden yüzde 36,2 artacak?