Mehmet Y. Yılmaz

02 Kasım 2019

Eşikteki Çocuk

Instagram’da boy gösteren anneler, kendi çocuklarının bedenlerini de teşhir ve tüketime açtıklarının farkında değiller büyük olasılıkla

“Büyümüş de küçülmüşler” diyeceğim ama alakası yok. Bu cümleyi genellikle yaşından beklenmeyen sözler söyleyen çocuklar için kullanırız çünkü.

Fotoğraflarından bizlere bakanlar, bildiğiniz küçücük kız çocukları.

Yaşları 9, bilemediniz 10. Gerçi 12 olsa ne fark eder ki, çocuk işte.

Ama çocuk gibi de değiller.

Genç bir kadın edası var hepsinde. Saçlar kuaför elinden, makyaj bir makyözün elinden çıkmış olmalı.

Kim bilir, belki de bu, annelerinin marifetidir.

Filmlerde filan tanık olduğunuz “anne” tipleri gibi. Kanlı, canlı gerçeklerini magazin aleminde görmüşlüğüm çok.

“Ben olamadım, kızım olsun” diye çırpınan, hatta deyim yerindeyse “yırtınan” annelerin nesli belli ki hiç tükenmiyor.

Daha önce de vardı belki ama her gün rastlamadığımız için farkında değildik sanırım.

Sosyal medyanın yaygınlaşması ile birlikte daha görünür hale geldiler, hatta artık ana –babalarına para bile kazandırıyor olmalı.

Benim bu durumu fark etmemi Doç. Dr. Ebru Güzel’in yeni yayınlanan kitabı sağladı. (Eşikteki Çocuk, Kırmızı Kedi yayınları.)

Doç. Dr. Güzel, Fenerbahçe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Yeni Medya Bölüm Başkanı görevini de yürüten bir akademisyen.

Doğan Burda Dergi’de birlikte çalışmışlığımız da var ama siz onu “Best Model of Turkey 2002” birincisi ve ertesi yılki uluslararası yarışmada da dünya ikincisi seçildiği günlerden de hatırlıyor olabilirsiniz. O vakitler gazetelerde çok fotoğrafı çıkardı.

Dr. Güzel, rahmetli Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in öğrencisi bir iletişim antropoloğu.

Kitabı, ne çocuk, ne ergen sayılabilecek bu küçük kızlar ile ilgili.

Bunlara “tween” deniliyor. Genel olarak 8 / 9 – 12 yaş aralığındaki çocuklar için kullanılıyor.

Aslında bildiğiniz çocuklar, ergenlik çağına girmemişler.

Ama kendilerini “çapkın, seksi, moda ikonu, atletik, havalı” olarak görüyorlar. Diğer yaşıtları gibi “ezik” olmadıklarını düşünüyorlar.

Hem kendilerinin, hem de ana – babalarının farkında olmadıkları şey aslında bir “pazarlama kategorisi” oldukları gerçeği.

Ve erkek egemen dünyamızda beklenmesi gerektiği gibi, daha çok kız çocuklar arasında yaygın.

Instagram’da “tween” diye aradığınızda yüz binlerce fotoğraf çıkıyor karşınıza.

Tek tük erkek çocuk var, gerisi kız çocuklar.

Çoğunun elli binden fazla takipçisi var.

Büyük çoğunluğunun profilinde “parent ran account” yazılı, belli ki pazarlama faaliyetini ana – babalar yürütüyor. Avustralya’nın Yeni Güney Galler eyaletinin “resmi tanıtım elçisi” olanları bile var.

Takipçileri kimlerdir, kendi yaşlarında mıdır, bilemiyorum.

Ama pedofillerin sayısının da hiç az olmadığını tahmin etmek de mümkün.

Doğal olarak bizim memlekette bu işe özenen çocukların sayısını bilmiyoruz.

Zaten neyi merak ediyor ve öğrenmek için araştırıyoruz, orası ayrı bir mesele.

Makyaj yaparken, yoga yaparken, öpücük yollarken, bikinili, vücudunu iyice sarmış tayt ve bel bölgesini açıkta bırakan tişörtü ile poz veren kız çocuklarının çokluğu ürkütücü.

Bunların yanı sıra aşırı makyajlı, hünsa izlenimi bırakan erkek çocuklar da var.

“Instagram anneliği” de artık bir tür meslek olmuş durumda.

Kız çocukları ile bir örnek giysiler içinde (bornozdan bikiniye, kazaktan pijamaya kadar) Instagram’da boy gösteren anneler, kendi çocuklarının bedenlerini de teşhir ve tüketime açtıklarının farkında değiller büyük olasılıkla.

Kitabı okurken ve kitapta sözü edilen hesaplara girip bakarken kendimi “iyi ki kızım büyümüş” derken yakaladığımı da itiraf edeyim.

Yasemin büyürken meğerse dünya ne kadar masummuş, Tamagotchi’li günlerimizi hatırladım birden.

Kendimi “geri kafalı, lanet ihtiyar” görmüyorum, çocuklarınızı “Istagramdan filan uzak tutun” gibi salakça ve kimsenin uygulayamayacağı bir öneride de bulunmayacağım.

Ama arada bir hesabına girip bakmanızdan bir zarar gelmez, diyerek konuyu burada kapatacağım.

***

Meşhur Berlin döneri!

Almanya’da gıda denetleme kuruluna bağlı bir birim, ülkenin doğusundaki Weimar kentindeki bazı lokantaların tabela ve mönülerinde “döner” ya da “dönerci” kelimelerinin kullanılmasını yasakladı.

Hayır, bu ırkçı bir tutum nedeniyle alınmış bir karar değil.

Tam tersine artık “Alman yemeği” sayılması lazım gelen dönerin standart dışı satışını önlemeyi amaçlıyor.

Bir lokantanın “dönerci” olarak kabul edilebilmesi için sardığı etin içinde yüzde 60 oranında koyun ya da sığır eti olması gerekiyor. Yönetmeliğe göre dönere eklenebilecek maddeler ise sadece tuz, yumurta, baharat, yağ, soğan, süt ve yoğurt.

Bu standart dışındaki ürünler, şeklen dönere benzese bile artık “döner” diye satılamayacak, “ekmek arası et” anlamına gelen “Drehspiess im Fladenbrot” olarak mönülerde yer alacak.

Bize ne kadar yabancı bir durum, değil mi?

2006 yılındaki Dünya Kupası final maçı için Berlin’e gittiğimde bir “cafetable book” denilen bir tür “süs kitabı” almıştım. Kitap, “Bugünkü Almanya’yı Sevmek” adını taşıyordu.

Almanya’yı sevmek için okuyuculara sunulan 100 nedenden biri de “Berlin Döneri” idi.

Bunu hiç yadırgamamıştım, çünkü orada konsolos olan sınıf arkadaşım Ahmet Arda’yı ziyaret için gittiğim Antwerp’te de, kent merkezindeki bir lokantanın devasa tabelasında “Meşhur Berlin Döneri” yazıyordu.

İki yıl önce de New York’ta, Brooklyn kent merkezindeki bir alış veriş merkezinde karşıma çıkmıştı aynı şey: “Berliner Doner Kebab!”

Bizim memlekette yeme içmeye meraklı insanların sohbet konularından biri de mutlaka Türk mutfağının dünyadaki hak ettiği yeri bir türlü bulamamış olmasıdır.

Bu “yer” kimine göre Fransız ve İtalyanlardan sonra gelir, kimine göre ise onlardan çok daha zengindir.

Böyle tartışmalara girmem. Ama şunu biliyorum: Bir mutfağı uluslararası alanda da tanınır – bilinir kılan şey, “rafinasyon”dur.

Ve dünyada kendini bilen herkesin üzerinde ittifak ettiği konu, Fransız mutfağının dünyanın en sofistike ve rafine mutfağı olduğudur.

Bunu tartışmak isteyenle, aynı masada oturup, çay bile içilmez, öylesine!

Bugünkü Fransız mutfağının temeli, 1651 yılında yayınlanan “Fransız Şef” isimli kitapla atıldı.

La Varenne takma ismiyle bilinen aşçı François Pierre’in yazdığı bu kitapla birlikte yemek yemek ve pişirmek, amacı zevk almak olan bir sofistikasyon seviyesine ulaştı.

Bu yemek kitabını, “çok özel” yapan şey, yemek tariflerinin ilk kez birbirleriyle tutarlı olmasıydı.

Kitabın bir sistematiği vardı ve o sistematik yemeklerin pişirilmesinde kullanılan teknikler ve malzemeler ile sağlanıyordu.

Teknikler açık ve anlaşılır bir şekilde anlatılıyor, yemeği bir saray mutfağında da yapsanız, evinizdeki küçük mutfakta da yapsanız, aynı lezzete erişebilmenin yolunu tanımlıyordu.

Kitabın yayınlanmasından sonraki 20 yıl içinde tatlı, pasta ve soslar üzerine yazılmış kitaplarla çember tamamlanmış oldu. “Gurme” deyiminin de ilk kez o yıllarda kullanıldığı söylenir.

O günlerden beri de Fransız yemeği dediğimiz şey, her yerde aynı şekilde pişiriliyor.

Yapanın yeteneğine ve malzemenin kalitesine göre elbette tat farkları oluşabiliyor ama teknik ve malzeme içeriği değişmiyor.

Bizim mutfağımız için böyle bir şey ne yazık ki söyleyemiyoruz.

Gördüğünüz gibi “elin Almanı” bile dönere bir standart getiriyor, onun dışındaki ürünlerin döner olarak isimlendirilmesini engelliyor.

Bize ise dönerin anavatanında, döner diye kim bilir neler yediriyorlar da haberimiz bile olmuyor!