Üzerinden tam bir yıl geçtiği için hatırlama olasılığınız zayıf; ben hatırlatayım dedim.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 25 Ekim 2019 günü cuma namazını Büyük Çamlıca Camii’nde kıldı.
Namazın sonunda camiden çıkarken hocanın elindeki mikrofonu aldı, Kur’an’ın Fetih Suresi’nden bir ayet okudu ve şunu söyledi:
"Vellezine meahü eşiddau alel kuffari. Küffara karşı şiddetli olmamızı Rabbim bizlere emrediyor. O bizler kim? Muhammed ümmeti. Dolayısıyla kendi aramızda da merhametli olmamızı bize emrediyor. Kendi aramızda merhametli olacağız. Küffara karşı da şiddetli olacağız. Suriye’de olduğu gibi. İnşallah Suriye’de Rabbim bizlere vadetti. Nasrun minallahi ve fethun karib ve beşşiril mu’minin."
Tam bir yıl sonra da Erdoğan, Fransa’daki İslam karşıtı hareketler nedeniyle Macron’u sorumlu tutarken, Batı’da İslamofobinin yükselmekte olduğuna dikkat çekti.
Batılı sağ politikacılar için İslam düşmanlığının, bir politika aracı olduğu sır değil.
Peki, Doğulu sağ politikacılar için de Batı – Hristiyan düşmanlığının, benzeri bir silah olduğunu söylersek, haksızlık etmiş mi oluruz?
Bir cuma namazından çıkarken, cemaate "küffara karşı şiddetli olmak gerekliliğini" hatırlatma gereğini duymak, ne anlama geliyor?
Bir tek anlama geliyor: Batıda, İslamofobiden beslenen siyaset yapma anlayışı ile Doğu’da, "başına gelen her şeyden emperyalist Hristiyan batıyı sorumlu tutma" anlayışı, bir elmanın iki yarısıdır.
Aralarındaki kavgaya baktığımda da eski Türk filmlerindeki gibi seslenmek istiyorum: Durun, siz kardeşsiniz!
Hristiyan ya da Müslüman fark etmiyor, kapitalizmin bunalımdan bir türlü çıkamamasından kaynaklanan sorunları, "ötekinin sırtına yıkmak", her iki taraftaki sağcı politikacıların en çok sevdiği iş.
Böylece sistem ile bir çatışmaya girmeye gerek kalmadan, sorumluluğu yıkabileceğiniz barbarlar ile hayali bir savaşa girişebiliyorsunuz.
Bunun sonucu Batı’da İslamofobinin yaygınlaşmasıysa, Doğu’da da bunun hesabını şiddetle sorma eğiliminin güçlenmesi değil mi?
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Batı’da Müslüman denilince ilk akla gelenin "terörizm, kadın düşmanlığı ve baskı" olduğunu söylüyor.
"Bunda elbette Müslüman devletlerin ve toplulukların da suçu var" diyor ve ekliyor: "Fakat bu algının oluşmasında Avrupa’daki İslam karşıtı iklimi de yok sayamayız."
Kuşkusuz ki doğru: Avrupa’da kitlelerin sorunlarına çözüm bulamayan sağcı politika, İslam karşıtı iklimi pompalıyor, büyütmeye çalışıyor.
Ama bir an nefes alıp düşünmekte de yarar var: Bu tip politikacılara malzeme taşıyanlar kimler?
Camiye dönüştürülen bir müzenin açılışında elinde kılıçla minbere çıkan imamın bu işteki rolü nedir?
Camiden çıkarken "küffara şiddetten" söz eden politikacı, kime hizmet ediyor?
Cemaatin kafasını İslam diye, şiddetle dolduran imamların hiç mi suçu yok?
İstanbul’da 3500 cami varken, müze olarak kullanılan eski kiliseleri camiye çevirmenin, bunu yaparken de eli kılıçlı gösteriler düzenlemenin batıya verdiği mesaj nedir?
Kafası ırkçı – sağ politikalarla doldurulmuş sıradan Batılı birey, evinin salonunda birasını yudumlayıp, haberleri izlerken bu mesajı nasıl algılıyor?
İslamofobiden samimi olarak şikayetiniz varsa bunların üzerine düşünmelisiniz.
Ama bana öyle geliyor ki İslamofobiye karşı attığınız nutuklar, aslında içten içe bir sevinçle besleniyor.
Çünkü iki siyaset birbirini besliyor.
İki siyaset de biliyor ki diğerinin düşmanlığı, içerideki çulsuz kitlelerin öfkesini ve nefretini yöneltebilecekleri bir hedef yaratılmasını kolaylaştırıyor.
* * *
İslam ülkelerinin yumuşak gücü???
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Hürriyet’te soru – cevaplar halinde ilerleyen bir makale yazdı.
Şu bölümünün altını çizdim, sizlere de aktarayım istedim:
"Nasıl İslam toplumları homojen ve monolitik değilse, Batı toplumları da tek tip değil. Onların da nüansları, görüş ayrılıkları, farklı eğilimleri, farklı sınıfsal yapıları var. Bunları dikkate almayan tahlillerin hata yapması kaçınılmaz. Batıyla bu konularda daha yapıcı ve eleştirel bir ilişki kurmak mümkün. Müslüman toplulukların kendilerini daha iyi ifade etmesi gerekiyor. Şiddete dönüşen aşırıcı hareketlere karşı zaten tavır alıyorlar. Belki bunu daha görünür kılmaları gerekiyor. Ama asıl önemlisi yaşadıkları Avrupa toplumlara katkı veren, spordan sanata, eğitimden bilime her alanda o ülkeye artı değer katan bireyler olması lazım. İşte o zaman sözlerinin bir ağırlığı olacak ve bir anlamda vazgeçilmez hale geleceklerdir. Bunun için Müslüman ülkelerin de doğru adımlar atması ve bu sürece katkı sunması gerekiyor. Hep kendi doğrularımızla başkalarının yanlışlarını karşılaştırarak üstünlük elde etme alışkanlığından vazgeçmemiz gerekiyor. Kendi doğrularımızı da eksikliklerimizi de dürüst ve samimi bir şekilde masaya yatırmamız gerekiyor."
Bu cümleleri okuduktan sonra gerçekten merak ettim, Kalın acaba bunları Cumhurbaşkanı’na da anlatıyor mu diye.
Anlatmıyorsa, yazmasının bir yararı yok çünkü biliyoruz ki Erdoğan’ın başı okuma eylemi ile hoş değil.
Kalın, burada bir "yumuşak güç" tarif ediyor:
Bunun oluşabilmesi, yazıldığı kadar kolay değil tabii ama mümkün.
Ve bunun başlayacağı yer bütün İslam coğrafyası olmalı ki onun Batı’daki uzantılarına da sirayet edebilsin.
Şimdi hep beraber düşünelim: Bir ucundan diğerine otokratik, diktatoryal rejimlerle yönetilen İslam ülkelerinde bilim, sanat, kültür gelişebilir mi, gelişemez mi?