Aynı zamanda avukatı da olan kardeşinin açıkladığına göre Edirne Cezaevinde tutuklu olan Selahattin Demirtaş, 26 Kasım günü bir kalp spazmı geçirdi ve bu süre içinde bilinci de kapandı.
Demirtaş’ın o cezaevinde bulunmasının politik amaçları olan bir tutukluluk olduğunu hepimiz biliyoruz.
Rejimin, Demirtaş ile ilgili kişisel nedenleri de içeren politik mülahazaları olmasaydı, bağımsız yargı, Demirtaş’ı tutuksuz yargılardı.
Çünkü artık hepimiz biliyoruz ki Türkiye’de siyasi tutukluluk, hakkındaki deliller toplanmış ve kaçma şüphesi olmayanlar için, cezalandırma amacıyla başvurulan bir yöntem haline geldi.
Osman Kavala da bunun tipik bir örneğidir.
Demirtaş’a yöneltilen suçlamaların haklılığı, haksızlığı konusu başka mesele, tutuklu yargılamada ısrar edilmesi başka bir mesele.
Demirtaş ile ilgili suçlamaların hepsi yaptığı konuşmalar, söylediği sözler ile ilgili.
“Kanıt” diye mahkemedeki dosyasına konulanlar bunlar.
Başka kanıtların arandığına, tutuksuz yargılanırsa dışarı çıktığında aleyhinde henüz bulunamamış delilleri karartacağına ilişkin bir emare de yok.
Kaçmayacağını zaten herkes biliyor, kaçmak isteseydi çok önce kaçardı.
O halde, son derece ciddi sağlık sorunu olmasına rağmen niye hala tutuklu yargılanıyor?
Bu durum sadece temel bir insanlık hakkının kısıtlanması anlamına gelmiyor.
Bilinen rahatsızlığı nedeniyle taammüden cinayete teşebbüsten de söz edebiliriz artık!
Mısır’ın darbe ile devrilen seçilmiş başkanı Mursi, mahkeme salonunda kalp krizi geçirdiğinde, rejimin hakimleri “ölsün” diye müdahale edilmesine de fırsat vermemişlerdi.
O vakit Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bunu “demokrasi katliamı ve cinayet” olarak tanımlayan açıklamalar yaptığını hatırlayalım.
Mursi’nin Sisi rejimi tarafından bu yolla öldürülmesinin ardından, 19 Haziran 2019 günü T24’te yazdığım yazıda ben de şöyle söylemiştim:
“Bir siyasi tutuklu, hayatını kaybederse bunun bir tek sorumlusu olur: O kişiyi hapiste tutan devlet ve onun yöneticileri.”
Bunu tekrar hatırlatmak istiyorum.
Cezaevlerinde tutulan siyasi tutukluların sağlığından cezaevi yönetimleri ve infaz hakimleri kadar ülkeyi yönetenler de sorumludur.
Diliyorum ki Selahattin Demirtaş nedeniyle kimseyi cinayet ile suçlamak zorunda kalmayalım.
* * *
Yerini biliyorsanız niye istemiyorsunuz?
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, televizyona çıktı ve 15 Temmuz Fethullahçı darbe girişiminin başrol oyuncularından Adil Öksüz’ün nerede yaşadığını bildiğini söyledi.
Televizyonuna misafir olduğu sunucunun “Almanya’da mı” sorusunu da yanıtsız bıraktı ve “bize kalsın” dedi.
Televizyonun sunucusu “madem nerede olduğunu biliyorsunuz, geri almak için ne yapıyorsunuz” diye sormaya cesaret edemedi tabii.
Ben sorayım onun yerine: Geri almak için ne yaptınız?
Bu adamın darbe faaliyetine birinci elden katılan, planlayan bir suçlu olduğunun kanıtlarını, mahkeme kararlarını vs. bir dosya yapıp, İnterpol üzerinden ya da doğrudan TC Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla iadesini talep ettiniz mi?
Bu “bilgi” gerçek ise niye “size kalıyor”, siz kimsiniz ki?
Bir suçluyu koruma altına alan ülkeyi açıklamamak, o ülkenin ismini, prestijini vs. korumak değil midir? Siz o ülkenin mi Türkiye’nin mi İçişleri Bakanı’sınız?
Eğer biliyorsanız, hukuk çerçevesi içinde gerekenleri yapmalısınız: Kanuni yolları işletip, iadeyi talep etmek!
Diplomatik olarak da o ülkeyi sıkıştırıp, iadeyi sağlamak!
Bunları yapmıyorsanız ya da yapamıyorsanız dedikodusunu da yapmamalısınız.
O zaman “muktedir” olmadığınız ortaya çıkıyor çünkü!
* * *
Öte yandan, maiyet yazarlarından biri, Adil Öksüz’ün Almanya’da bir “güvenli evde” tutulduğunun söylendiğini yazdı.
Bunlar biliyorsunuz kendi kendilerine bu bilgileri edinip, yazamazlar. Bilgiye ulaşsalar da izin almadan yazmaya cesaret edemezler.
Belli ki kulaklarına bu fısıldanmış ama yanlış fısıldanmış.
Şöyle diyor:
“Oklar Almanya’yı gösteriyor. Adil Öksüz’ün kozmik bir isim olması nedeniyle Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın (BND) güvenli evlerinde tutulduğu söyleniyor.”
Yazar, Öksüz’ü “güvenli evde tutan” bu teşkilattan BND diye söz ediyor ki bu Federal Alman İstihbarat Servisidir (Bundesnachtrichtsdienst).
Ama BND ile Federal Almanya Anayasayı Koruma Teşkilatı farklı kurumlar.
BND, doğrudan Şansölyelik Ofisi’ne (Başbakanlık) bağlıdır, CIA’in Almanya’daki muadili gibi düşünün.
Federal Almanya Anayasayı Koruma Teşkilatı, BfV kısaltmasıyla bilinir, bu da FBI’ın muadili denebilecek iç güvelik teşkilatıdır, İçişleri Bakanlığı’na bağlıdır.
Yani maiyet yazarına bilgiyi kim sızdırdıysa, kafası biraz karışmış.
Bu da bilginin doğruluğu hakkında bir şüphe uyandırıyor, onu da söylemiş olayım.
* * *
Erdoğan Rejiminin Hasan Cemal’i deneyi!
Hayır, bunca yıldan sonra “Hasan Ağabey” günlerinden söz etmeyeceğim tabii.
Kim kimi kandırdı, kim daha çok kandırıldı gibi bir hayali havanın içine su doldurup, dövmeye niyetim yok.
Başlığı neden böyle attığımı birazdan açıklayacağım ki bu aslında dünya siyasal sistemler tarihine “Türk virajı” diye de geçebilecek bir testin sonucunu da ifade ediyor!
Bir tür demokrasi testi de diyebiliriz.
Erwin Schrödinger, kuantum mekaniğinin temel dalga denklemini yazan bir fizikçi olmakla beraber zamanla kuramın yanlışlığına kafayı taktı ve bunu kanıtlamak için “Schrödinger’in kedisi” diye bilinen bir düşünsel deney önerdi.
Bir kapalı kutunun içine bir canlı kedi koyduğumuzu düşünün. Kutunun içinde küçük bir şişede bir zehirli gaz var ve bir radyoaktif madde, bir süre sonra bu şişeyi kırıyor.
Kutunun kapağını açana kadar kedinin ölü mü, diri mi olduğunu bilemezsiniz.
Yani kedi, o anda hem canlı, hem ölüdür.
Fizikçi olmadığımıza göre daha sonraki tartışmaları bilmesek de olur.
“Erdoğan Rejiminin Hasan Cemal’i Deneyi” de tıpkı bunun gibi.
Sokaklarda serbestçe gezebilen Hasan Cemal’in gerçekten özgür bir vatandaş olup olmadığını sınır kapısına gelinceye kadar kimse bilemiyor.
O noktaya gelinceye kadar Hasan Cemal hem özgür bir TC vatandaşı, hem de özgür olmayan bir TC vatandaşı! Tıpkı Schrödinger’in kedisinin aynı anda hem canlı, hem ölü olması gibi!
Deneyin bir ileri aşaması, mahkemenin Türkiye’yi aynı zamanda büyük bir cezaevi olarak görüyor olması.
“Sana ceza veriyorum, Türkiye’den dışarıya çıkamazsın” gibi bir sonuç veriyor bu durum.
Bu durumda deney daha da anlamlı bir derinlik kazanıyor: TC vatandaşları, bu ülkenin sınırları içinde yaşadıkları vakit özgürler, ancak bu özgürlükleri, aslında ceza çektikleri anlamına da gelebiliyor.
Böylece maddenin (vatandaşlar) tek bir geçmişe sahip olduğu klasik gerçekçilik kuramından uzaklaşıyor, maddenin mümkün olabilen tüm geçmişlere sahip olabileceği kuantum gerçeğine ulaşıyoruz.
Türkiye’nin kuantum gerçeği de bu: Aynı anda hem özgür, hem değil.
Çünkü, vatandaşın özgürlüğü olarak gözlemlediğimiz şey, cezasını çekmekte olduğu anlamına da gelebiliyor.
Onun için bu demokrasi deneyini, dünya siyaset bilimi literatürüne kazandıran Erdoğan Rejiminin hakkını yememek gerekiyor sevgili okuyucular.
E tabii Hasan Ağabey’in de bu işteki hakkını teslim etmemiz gerektiği için bu deneye “Erdoğan Rejiminin Hasan Cemal’i Deneyi” adını vermeyi öneriyorum!
(Dün, bu yazıyı yazdıktan sonra Hasan Cemal’e pasaportunun iade edildiğini öğrendim. Pasaport geri gelse de yazıyı değiştirmem gerekmedi. Çünkü bu uygulama Türkiye’de “arızi” değil, sistematik bir hale gelmiş bulunuyor. Bu nedenle olsa gerek; İstanbul 24. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, darbe dönemlerinde bile pasaportuna el konmamış 50 yıllık bir gazeteci için; infazı 3 ay 22 gün olan, dolayısıyla ‘yatar’ı olmayan ertelenmiş bir ceza için ‘yurt dışına çıkış yasağı’ koyabilmesi devlet büyüklerimizi rahatsız etmiyor).
--------------------------
TIKLAYIN - Hasan Cemal'e yurt dışına çıkış yasağı, pasaportuna el kondu!
TIKLAYIN - Hasan Cemal'in yurt dışına çıkış yasağı kaldırıldı