Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın, Prof. Dr. Osman Müftüoğlu'na yaptığı açıklamaya göre Covid - 19 aşısı satın almak için Çin şirketi Sinovac ile görüşmeler tamamlanmış.
Hatta Prof. Dr. Müftüoğlu'nun aldığı bilgiye göre "gerekli yasal süreçler de bitirilip imzalar atılmış".
İlk uygulamalar için 10 milyon doz aşının yola çıktığı da bir başka müjde!
Bu aşı, dört hafta arayla verilecek iki doz olarak uygulanacak. Yani bu hesaba göre 5 milyon kişinin aşılanması için gerekli miktar yola çıkmış.
Bakan'ın açıklamasına göre toplam rakam 50 milyon doza kadar da çıkabilecek ki bu da 25 milyon kişinin aşılanabilmesi anlamına geliyor.
Sinovac'ın aşısının "inaktif virüs tekniği" ile üretildiğini biliyoruz.
Bu, insanlığın bildiği en eski aşı üretme yöntemi. Enfeksiyon yaratma özelliği azaltılmış ya da bu özelliğini tamamen yitirmiş virüsün, insanlara enjekte edilerek, bağışıklık kazandırılması sağlanıyor.
Ve bildiğimiz bir şey daha var ki bu aşının 3. faz denemeleri henüz sonuçlanmış değil.
Bu aşının üçüncü faz testleri bir süredir Türkiye'de de yapılıyor.
Çin ve Türkiye dışında Brezilya, Endonezya, Bangladeş ve Şili'de de insanlar üzerinde deyim yerindeyse kitlesel ölçekte 3. faz denemeleri sürdürülüyor. Türkiye'de deneyler 1.200 sağlık görevlisi ile başlatılmıştı, hatırlarsınız. Toplam denek sayısı 13 bin kişiye kadar çıkacak.
Ülkelerin isimlerine ve kişi başı milli gelir sıralamasındaki yerlerine baktığınızda ne hissediyorsunuz?
Bu ülkelerin vatandaşlarıyla paylaştığımız ortak kaderi, rahmetli anneannemden duyduğum bir atasözüyle açıklayayım:
Acemi nalbant, nal çakmayı Kürt eşeğinde öğrenir!
Zaten Çin hükümeti, aşının yeterli güvenlik testlerinden geçmesini beklemeden uygulama izni vermekle suçlanıyor. Yani aslına bakarsanız 3. faz deneyi, Çin'de kitlesel olarak yürütülüyor.
Tabii burada bir ihtiyat payı bırakmalıyız: Milyarlarca dolarlık bir pazardan söz ediyoruz ve bu pazarı paylaşacak aşılardan birinin bu yöntemle önemsizleştirilmek istenmesi elbette mümkün.
Ancak dediğim gibi 3. faz deneyleri bitmedi, aşının hangi aralıkta koruma sağladığı tam olarak test edilmedi.
Ve iyi bir haber de şu ki, bu aşı Türkiye'de vatandaşlara uygulanırken bir bedel talep edilmeyecek, aşı bedava olacak.
Pfizer – BionTech üretimi aşının ise yüzde 90'lara varan bir koruma sağladığını 3. faz testleri kanıtladı.
Bu aşı, mRNA yöntemiyle üretildi. Yani Çin aşısındaki gibi vücuda virüsün kendisi ya da zayıflatılmış versiyonu verilmiyor.
Bunun yerine virüs RNA'sından elde edilen bir kesitin vücuda enjekte edilmesi ve bağışıklık sisteminin virüsü tanıyarak antikor üretmesi esasına göre çalışıyor.
Türkiye'ye, bu aşıdan da ilk etapta 1 milyon doz gelecek ve 500 bin kişi aşılanabilecek.
Bakan Koca, bu aşının bedelinin vatandaşlardan tahsil edileceğini söylüyor.
Demek öldürürken sınıf ayrımı yapan, işçileri, fakirleri daha çok öldüren Covid - 19'un aşısı da belli ki sınıf ayrımı gözetecek. Parası olan, düdüğü çalacak, daha güvenilir aşıya sahip olacak.
Kapitalizm dediğiniz şey de böyle bir sistem zaten!
Cumhurbaşkanı'na sormak istediğim bir şey var: Geçenlerde Türkiye'deki Covid - 19 aşısının "elinin kulağında olduğunu" söylemiştiniz. Hatta dünyanın fakir insanlarına bu aşıyı bedava olarak göndermek gibi bir yüce gönüllülük de yapacaktık. Türk aşısının eli kulağındaysa, niye Çin'den 50 milyon doz aşı ithal etmeye çalışıyoruz?
* * *
Vahdettin vapur bileti yanmasın diye gitmişti
Ortaöğretim 8. Sınıf İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük ders kitaplarında "küçük bir ayarlama" yapılmış.
Son padişah Vahdettin'in, İngiliz İşgal güçleri Komutanı Harrington'a çektiği telgrafta "İstanbul'da yaşamasının tehlike arz ettiğini, yüce İngiltere devletine sığındığını" belirten ifadesi yeni ders kitaplarında yer almadı.
Sözcü'den Ali Ekber Ertürk'ün haberine göre eski ders kitaplarında bu durum "Vahdettin, 17 Kasım 1922'de İngiltere'ye sığınarak yurdumuzdan ayrıldı" diye anlatılıyordu.
Yeni ders kitaplarında ise bu tarihi gerçek şöyle anlatılıyor:
"Vahdettin İngiliz gemisi ile İstanbul'dan ayrıldı."
Sanki Vahdettin, vapura bilet almış da bir gezintiye çıkmak üzere İstanbul'dan ayrılmış gibi!
AKP iktidarının, Osmanlı hanedanına karşı özel bir zaafı olduğunu biliyoruz.
Ancak eskiden Osmanlı Hanedanı denilince "ceddimiz" diye övündükleri padişahlar Fatih, Kanuni, Yavuz Selim, Abdülhamit gibi padişahlardı.
Deli İbrahim'i, Deli Mustafa'yı, 2. Mahmud'u filan pek "ecdaddan" saymazlardı.
Vahdettin'e olan utangaç hayranlıklarını da "Mustafa Kemal'i ordu müfettişi tayin edip Anadolu'ya gönderen padişahtı" diye açığa vururlardı.
Öyle görünüyor ki şimdi ders kitaplarındaki bu değişiklikle bir adım daha ileriye gidiyorlar.
Fesli Kadir gibi "keşke Yunan kazansaydı" noktasına ne zaman gelirler, bilemiyorum ama bu hızla giderlerse yakındır!
* * *
Saray sevdası
Başkanlık sistemine geçilip, Başbakanlık makamı kaldırılınca, Başbakanların konut olarak kullandığı Çankaya'daki köşk boş kalmış.
Bunun üzerine TBMM Başkanı, kendi konutunu (ben konut diye yazıyorum, öyle isimlendirildiği için. Ama siz okurken Köşk de diyebilirsiniz, Saray yavrusu da) bırakıp, buraya taşınmış.
Onun boşalttığı konut da Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay'a tahsis edilmiş.
Bu köşk, altı yıl önce yapılmıştı.
Üçü bodrumda olmak üzere beş katlı bir bina olan bu köşk, yaklaşık dört dönümlük bir arsanın içinde yer alıyor. Bizim gençlik yıllarımızda o arsada Yunanistan Büyükelçiliği vardı. Sonra o taşınınca eski bina yıkıldı ve yerine, Cemil Çiçek'in TBMM Başkanlığı döneminde, bu köşk yapıldı.
O zamanın parasıyla 8 milyon lira harcandığı açıklanmıştı ki o yıl 1 ABD Doları, en düşük 1.74, en yüksek 2.16 lira olmuştu.
Şimdi bu köşk, bir kez daha yenilenecekmiş.
Kaç paraya mâl olacağı henüz belli değil ama şunu biliyoruz ki AKP'nin elit kadrosu saraylara sığamıyor, lükse doyamıyor.
Ve bir yandan da tasarruf etmekten, acı reçetelerden söz edebiliyorlar.
Bu saray sevdasının psikolojik kökeninde ne var acaba?