Gazetede "tüketici güven endeksi bir ayda yüzde 33,2 arttı" haberini okuyunca, dizlerimi mi döveyim, başımı duvarlara mı vurayım, karar veremedim.
Belli ki parmaklarımın ucuna kadar gelen fırsatı, başkaları kaçırmamış, değerlendirmiş ve geleceğe daha güvenle bakmaya başlamıştı.
Bilmiyorum, benim gibi başkaları da var mı?
Her gün böyle 15 – 20 e – posta alıyorum.
Genellikle Afrika’nın oralarda, adını hiç duymadığım bir akrabam ölmüş; meğerse adamcağız ölmeden önce maden işindeymiş, paraları destelemiş ama harcamaya fırsat bulamadan bu dünyaya veda etmiş.
Avukatı da araya taraya beni bulmuş, hemen kendisiyle temasa geçersem 80 milyon Euro tutarında nakit paraya konacağım gibi, Kongo’da bir yerlerdeki koltan madenlerinin yüzde 11,8 hissesinin de sahibi olacakmışım ki bu bile her yıl 50 – 60 milyon Euro getiriyormuş!
Avukat uyarmış da, "sen almazsan, diğer akrabaları araştırmaya başlayacağım" diye.
Gazetedeki istatistiği görünce dövünmemin nedeni buydu işte, ben ağırdan alınca mirasa başkaları kondu ve güven endeksini yükselttiler diye!
Acaba Damat Bakan’ın, döviz sorunumuzu halletmekte güvendiği şeylerden biri de bu mu diye merak da ettim tabii.
Bu büyük fırsatı kaçırmamın yarattığı derin depresyondan kurtulmak için arkadaşları aradım, sofrayı kurduk, oturduk.
Meğerse durum benim tahmin ettiğim gibi değilmiş.
TÜİK, çıkan rakamları beğenmeyince, güven endeksini hazırlarken kullandığı yöntemi değiştirmiş.
Artık bazı soruları sormayacakmış ki bu soruların olumsuz yanıtları, endeksi düşürmesin!
Bunu öğrenince mutlu oldum. "Ne güzel" diye düşündüm, "kişisel gelişim koçu gibi bir devletimiz var".
Kişisel gelişim dediğimiz şey, kendimize doğru sorular sorup, o sorulara doğru yanıtlar vermekten geçer, bunu biliyorsunuzdur.
Ben kimim? Hayattan ne bekliyorum? En mutlu olduğum an hangisi?
Böyle bir yığın soru işte.
Bütün soruları doğru yanıtlayabilirseniz, Ferrari’nizi sattıktan sonra, bir bisikletle gezmeye başlayabiliyormuşsunuz. Ondan sonra bütün kızlar size bayılıyormuş.
Sanırım bu kızların aklından zoru olmalı ama zaten satacak Ferrarim de yok, gerçi saçım fena değil!
Soruların çıkarıldığını öğrenince araştırmacı gazetecilik damarım kabardı.
Mülkiye’73 listemden birkaç telefon çevirdim.
Çıkarılan sorular, ekonomide gelecek 12 aya yönelik beklentilerle ilgiliymiş.
Gelecek beklentisini öğrenmeyince, tüketicilerin geleceğe güvenleri daha iyi çıkıyormuş!
Ne acayip bir cümle oldu, değil mi?
Geleceği merak etmezsen, gelecek ile dertlenmiyorsun!
Harika bir çözüm.
Böylece birtakım karamsar ruhlu tiplerin gelecek ile ilgili olarak kötü beklentileri istatistiklere yansımıyor, bizim de içimiz kararmıyor.
Endeks yükseliyor, Reis de buna bakıp mutlu oluyor.
Aklından "iyi ki bizim damadı bu işlerin başına koyduk, bak ne güzel yönetiyor" diye de geçiriyor olmalı ki bakın burası çokomelli!
* * *
"Beyaz helikopter" günleri!
Önce yakın dönem siyası tarihinden bir yaprak:
2015 yılı 7 Haziran günü yapılan genel seçimde AKP, parlamentoda tek başına çoğunluğu kaybedince olanları, çoğumuz unutmuşuzdur.
Gencecik iki polisin Ceylanpınar’daki evlerinde öldürülmeleri ve Suruç’taki bombalı IŞİD saldırısı ile başlayan ve PKK’nın "hendek" politikasıyla "çözüm sürecinin" fiilen bitmesiyle, 1 Kasım seçimlerine kadar geçen dönemi kast ediyorum.
O günlerde sakıt Başbakan Ahmet Davutoğlu, Kürtleri uyarıyordu: "Yine beyaz Toroslar mı gelsin istiyorsunuz?"
"Beyaz Toroslar", Türkiye’nin siyasi tarihine 1990’lı yıllarda girdi.
PKK’ya karşı mücadele sırasında devletin güvenlik güçlerinin bazı unsurlarının yasa dışına çıktığı ve bunun da zamanın hükümetlerince desteklendiği bir dönemdi.
İnsanlar birer ikişer beyaz Toros otomobillere bindiriliyor ve bir daha kendilerinden haber alınamıyordu.
"Cumartesi Anneleri", o günlerde kaybolan / kaybedilen ve kendilerinden bir daha haber alınamayan, cesetleri bile bulunamayan çocukların anneleridir.
Van’ın Çatak ilçesinde, 11 Eylül günü, iki vatandaşımız, Osman Şiban ve Servet Turgut, güvenlik güçlerince gözaltına alındılar ve bir helikoptere bindirilerek götürüldüler.
13 Eylül günü tekrar ortaya çıktıklarında bir özel hastanede ağır yaralı olarak yatıyorlardı.
Daha sonra kaldırıldıkları Van Araştırma ve Eğitim Hastanesi’nde düzenlenen epikirizde hasta Osman Şiban’ın "helikopterden düşme sonrası yaralanma" nedeniyle acile getirildiği belirtiliyordu.
Servet Turgut da Valilik açıklamasına bakılırsa "kaçarken yüksek bir kayadan düşmüş"tü.
Önceki gün, askeri hastaneye kaldırılan yaralıları ziyaret etmek isteyen HDP milletvekillerinin, polis tarafından güç kullanılarak engellendiği ile ilgili haberleri de okumuşsunuzdur.
Bir devlet, hasta ziyaretinden, niye korkar dersiniz?
Valilik açıklamasına göre, bu iki kişi de "usulüne uygun şekilde muhafaza altına alınmış"!
O zaman bu yaralar, bereler, yüksekten düşmeler nereden çıkıyor?
Yaralılardan birinin kardeşinin açıklamasına göre, köye gideceklerini söyleyerek izin istemişler, "köye dönüşlerin serbest olduğu" kendilerine söylenmiş.
Bu da ilginç bir durum: 2020 yılının yazında, insanlar köylerine gidebilmek için kendilerini yetkililerden izin almak zorunda hissediyorlar!
Niye acaba?
Bu konu belli ki ört bas edilip, geçiştirilecek.
Olayı tüm boyutlarıyla aydınlatacak bir soruşturma yürütülmeyecek.
Böyle olunca da devletin bazı şeyleri gizlediğini düşüneceğiz tabii.
Gizleyecek bir şeyiniz yoksa, kamuoyunun gözü önünde bir soruşturmayı niye engelleyesiniz?
Türkiye, bir kez daha işkencenin meşru sayıldığı, işkencecinin açıkça korunduğu günlere mi dönecek?