Japon asıllı Britanya vatandaşı Kazuo Ishiguro, Gömülü Dev (Çeviren: Roza Hakmen. Yapı Kredi Yayınları) isimli fantastik romanında yaşlı bir karı kocanın, oğullarıyla buluşmak üzere, Roma istilasından sonra harap olmuş bir ülkede çıktıkları yolculuğu anlatıyor.
Axl ve Beatrice, bu yolculuğun hemen başlarında, beklenmedik bir fırtınaya yakalanınca bir yıkıntıya sığınır.
Kadın, kayıkçıdan şikayetçidir ve Axl ile Beatrice’i, ondan uzak durmaları konusunda uyarır.
Çünkü kayıkçı, kocasını bir adaya geçirmiş ancak sonra dönüp kadını almamıştır. Böylece kocasını kaybeden kadın, olan bitenlerden, şeytani huylara sahip olduğunu iddia ettiği bu kayıkçıyı sorumlu tutmaktadır.
Kayıkçı, adaya götüreceği çiftlerin arasında olağanüstü bir bağ olması gerektiğini söyler.
Bu ona verilmiş bir görevdir. Kayık ile adaya geçmek isteyen çiftleri sorgulamak ve aralarında derin bir bağ olmadığını anladığı çiftleri ayırarak, sadece birini adaya geçirmekle yükümlüdür.
Kayıkçı, Beatrice’e durum şu sözlerle anlatır:
"Biz kayıkçılar yıllar boyu o kadar çok insanla karşılaşırız ki aldatıcı görünüşün ötesine nüfuz etmemiz pek uzun sürmez. Ayrıca yolcular en aziz anılarından bahsederken gerçeği gizlemeleri imkansızdır. Bir çift, birbirine sevgiyle bağlı olduğunu iddia eder, oysa biz kayıkçılar sevgi yerine hınç, öfke, hatta nefret görürüz bazen. Ya da koskoca bir çoraklık. Bazen sadece ve sadece yalnızlık korkusu. Yıllara göğüs germiş kalıcı sevgiyi pek nadiren görürüz. Gördüğümüzde de çifti adaya birlikte geçirmeye can atarız."
Fırtına dinip de Axl ile Beatrice, bir Sakson köyüne ulaşmak için yola koyulduklarında Beatrice, konuyu kayıkçının bu sözlerine getirir.
Yıllar önce gördüğü bir yaşlı kadının sözlerini hatırlar:
"Kocanla sen, paylaştığınız geçmişi hatırlayamazken, birbirinize sevginizi nasıl kanıtlayacaksınız?"
Axl, itiraz eder: "Bizim aşkımız nasıl solabilir? Aklı havada genç aşıklar iken bu kadar güçlü müydü aşkımız?"
Romanın tamamını burada özetleyecek değilim elbette.
Ishiguro romanlarını okumadıysanız, çok şey kaçırdığınızı söylemekle yetineyim.
Günden Kalanlar ve Beni Asla Bırakma isimli iki romanla başlayan Ishiguro hayranlığım, okuduğum her yeni romanıyla arttı.
Bazı çiftlerde "yıllara göğüs germiş kalıcı sevgiyi nadiren gördüğünü" söyleyen kayıkçıyı hatırlamamın nedeni, geçen hafta sonu yazdığım (Kendi benliğini ezmeden 'biz' olma hali) yazı üzerine bir arkadaşımın sorduğu soru oldu:
Aşk, zamana karşı direnebilir mi? Yoksa, kendisinden yeni bir duygu mu üretir?
Bir büyük hata yaptım ve yanıtımı bu hafta vereceğimi söyledim.
Oysa bu soruyu duyduğumda, yanıt olarak Augistinus’un "zaman" ile ilgili olarak söylediği şu sözü tekrar etmeliydim:
"Kimse sormazsa yanıtı biliyorum. Birisi sorar da açıklamaya kalkışırsam bilemiyorum."
* * *
Edgar Morin’e göre, insanın kendisinin de sevilmeye layık olduğunu düşünmesi, "aşk ihtiyacının başkasına yansıtılması" demektir.
Morin, bu yüzden aşkın "başıboşluk ve belirsizliğe mahkûm olduğunu" yazar.
Ben de şöyle düşünürüm: Bu başıboşluğu ve belirsizliği yönetebilen aşıklar, zamanı niye yenemesin?
* * *
Zaman zaman acaba hayatımıza klişeler mi yön veriyor diye düşünürüm.
Aşkın günü dolduğunda, ölüp gideceği önermesi de böyle bir klişe olabilir mi?
Aşk diye tanımladığımız duyguyu, vücudumuzda salgılanan bir takım hormonlardaki iniş – çıkışlarla açıklayanlar da var, biliyorsunuz.
İşte bu hormonların düzensiz hareketlerine bakıp, aşkın ne zaman öleceğine dair süre bile veriyorlar.
Şimdilik işi gün ve saat söyleyecek kadar abartmadılar ama yakında cep telefonumuza indireceğimiz bir aplikasyonla bunu önceden bileceğimizi bile iddia ederlerse hiç şaşırmam.
İnsan davranışlarını, böylesine kesinlik ifade eden cümlelerle tanımlamak çok iddialı olur.
Eğer bu yaklaşım doğru olsaydı dünyanın her yerinde, her koşulda, her tür insanın aşk öyküsü birbirinin aynı olurdu.
Böyle olmadığını biliyoruz.
Ancak bir türlü açıklayamadığımız şey bazı insanların nasıl olup da neredeyse ölümsüz bir aşkla birbirlerini sevebilmeyi başardıkları.
Alışkanlıklardan ya da Ishiguro’nun kayıkçısının söylediği gibi "yalnızlık korkusuyla birbirini bırakamayanlardan" söz etmiyorum.
Fırtınalar içinde başlayıp, gelişen bir duygunun, zamanla olgunlaşıp, kendi yatağında akıp gitmesinden söz ediyorum.
* * *
Aşk ilişkisi, farklı kişilikleri sanki bir potada eritiyor ve insan kişiliğini yeni bir potaya döküyor.
Adeta iki kişilikten, yepyeni bir tek kişilik çıkıyor.
Nitekim Ortega y Gasset de "sevgi eyleminde iki kişi kendilerinin dışına çıkarlar. Belki de doğanın insana, kendi dışına çıkıp başka bir nesneye yönelme olanağı tanıdığı en yüce etkinliktir sevgi" diyor.
Hem kendi kişiliğini koruyacaksın, hem de "biz" diyebileceğin tek bir kişilik gibi davranabileceksin.
Erich Fromm, "sevmek esasen belli bir insanla ilişki değildir, bir tavır, karakterin bir yönelimidir" diye yazmıştı.
Bunun için "maskesiz yaşamak gerekir" der.
Böyle bir kişi, kendisini ilişkiye tümüyle verir ama bunu bir fedakarlık olarak hissettirmez.
"Kendini verme" eylemiyle, gücümüzü ve ruhsal zenginliğimizi deneyimleriz.
Karşımızdaki insana özenle davranır, varlığına, kişiliğine saygı duyarız.
Onu görmek istediğimiz gibi değil, olduğu gibi görebiliriz.
"Sevgide iki kişinin bir olması ama yine iki kişi kalabilmeleri paradoksu vardır" diye yazıyor.
D. H. Lawrence, sevginin, gerçek görüşümüzü geliştiren ve bize kadere karşı mücadelemizde güç veren birleştirici bir serüven olduğunu düşünür.
Her şeyi oluruna bırakmaktan yanadır.
"Yaşamın anlamı nedir? Sevmenin anlamı nedir? Ya da bir demet menekşenin? Hiç bir anlamı yoktur. Yaşam ve aşk, yaşam ve aşktır. Her şeye bir anlam katmak, onu berbat etmek demektir" diye yazmış.
Şöyle devam ediyor:
"Kadınlar, (tarih boyunca) bunu erkeklerden daha iyi anladılar. Erkekler, yaşamaya ve sevgiye bir anlam vermek için ısrar ettiler. Oysa kadınlar bundan daha iyisini biliyorlardı. Hayatın bir akış olduğunu, birlikte akmak ve sonra tekrar birlikte akmak olduğunu biliyorlardı."
Galiba işin sırrı akışta.