Mehmet Y. Yılmaz

06 Haziran 2020

"Üst aklın" merkezine girdim

"Türkiye için bir şey yapmamıza gerek yok, çünkü siz Türkler bu konuda maşallah bizim bütün bu gelişmiş sistemlerimizden çok daha iyisiniz. Sizi kendi halinize bırakmamız yeterli oluyor, sizin için bir bütçe ayırmamız gerekmiyor" dedi.

Kapıyı açıp daireme girdiğimde, yerde, kapının altından atılmış bir zarf buldum.

Üzerinde sadece ismim yazılı olan, beyaz bir zarf.

Zarfın beyazlığı insanın içine bir rahatlık veriyor tabii.

Devlet tebligatları ki bunlar benim mesleğimi yapanlara genellikle savcılardan gelir, acayip bir rengi olan bir zarfın içinde oluyor.

Bunlara "sarı zarf" deniyor ama sarı ile alakası yok, kahverengi desem hiç değil. Daha çok yıkanmamış çocuk bezini çağrıştırıyor.

Zarfı elime alırken bunun bir davetiye olmadığının da bilincindeydim.

Artık memleketimizin davetiye alışkanlıkları da değişti.

Şirketler en büyük, en kalın, en fanfirik davetiyeler bastırıyorlar ki ciddiye alınsınlar. Hatta geçenlerde bir şirketten bakır levha üzerine serigrafiyle basılmış olanından bile aldım. Hurdacıya satsan, bir kahve parası çıkar, o derece!

Evlilik, nişan sünnet davetiyeleri de artık böyle sade zarflardan çıkmıyor.

Genç çiftler, aşklarının ne kadar özel olduğunu kanıtlamak için akla hayale gelmedik şeyleri davetiye niyetine gönderebiliyorlar.

Allahtan sünnet davetiyeleri hâlâ eskisine daha yakın.

Sünnet davetiyeleri de nişan – nikah davetiyelerinin önderlik ettiği trendi izlerse elimize neler geçecek, düşünmek dahi istemiyorum!

Dediğim gibi sıradan bir zarf olduğu için açmakta acele etmedim, bir kenara koydum.

Tam o sırada telefonum acı acı çaldı.

"Acı acı çaldığını nereden çıkardın" diye soracak olursanız lafın gelişi işte.

Tanımadığım bir numaradan, tanımadığım bir ses şöyle dedi: "Mehmet bey, size gönderdiğimiz davetiyeyi aldınız mı?"

Kimsiniz filan demeye kalmadan, ahizedeki ses kararlı bir ifadeyle "o zarfı aldınız, biliyoruz, açın lütfen" dedi ve telefonu kapattı.

"Hayırdır inşallah" diye zarfı aldım, açtım. İçinden biz çocukken parşömen diye tabir edilen filigranlı, beyaz ve belli ki pahalı bir kağıda yazılmış kısa bir not çıktı.

Şöyle yazıyordu:

"Sayın Mehmet Y. Yılmaz. Son günlerde bir kez daha tartışma konusu haline gelen organizasyonumuzu sizlere daha iyi tanıtmak istiyoruz. Salı günü saat 10.30’da bir görevlimiz aracıyla sizi alacak ve özel uçağımızla kurumumuza getirecektir. Davetimizi kabul edeceğinizi umar, haftada bir de olsa yazdığınız yazılarda başarılar dileriz."

İmza olarak belli bir isim yoktu. "Center of International Confusing Systems" yazısının okunduğu bir mühür ile imzalanmıştı.

Uluslararası kafa karıştırma merkezi gibi bir kurum yani!

Arkadaşlarım arasında, organize şakalar yapmaya meraklı olanlar var, Allah yokluklarını göstermesin ama bir şaka yapacağız diye harcadıkları zaman ve parayla neler yapılır!

Yine onun gibi bir şey daha diye düşündüm. Mustafa’dan, Atila’dan filan şüphelendim.

Salı günü içtiğim kapsül kahvenin yeni kurdan fiyatının ne olmuş olabileceğini hesaplamaya çalışırken kapı çaldı.

Açtım, sarışın üzerine, uzun boylu olduğu için babet ayakkabı giymiş, lacivert tayyörünün içinde beyaz ipek bluzuyla, saçlarını topuz yapmış genç bir kadın!

Çirkin desem Allah taş eder ama "beaute" de değil.

Kombinasyonu iyi ama detaylar eh işte!

Neyse lafı uzatmayayım, aşağı yukarı dört saatlik bir uçuştan sonra bir küçük havaalanına indik, orada gözümü bağladılar, bir helikoptere attılar, yaklaşık 30 dakika sonra İsviçre Alplerini andıran bir dağ silsilesinin arasında sivri kayaların tepesine kurulmuş bir binanın terasında gözümü açtılar.

Meğerse burası dünyayı karıştırmak için kurulmuş bir merkezmiş.

Merkezin yaşını göstermeyen, Güneri Bey’e (Civaoğlu) benzer bir genel sekreteri var. Onunla tanıştırdılar.

Adam, "isim söylemiyoruz, anlayışla karşılayacağınızı umarım" dedi. Sonra merkezi gezmeye başladık.

Üzerlerinde renkli ışıkların yanıp söndüğü, daha önce hiç görmediğim, bildiğim hiç bir alete de benzemeyen acayip cihazlarla dolu bir büyük salona girdik.

Genç kadınlar, genç erkekler başlarını adeta bu makinelere gömmüş önlerindeki düğmelere basıp duruyorlardı.

"İşte dünyayı bu merkezden karıştırıyoruz" dedi.

"Yoksa üst akıl siz misiniz" diye sordum.

"Evet, öyle isimlendirenlerin olduğunu duyuyorum ama biz kendimizi öyle tanımlamıyoruz" dedi.

"Hangi devlet finanse ediyor bu merkezi" diye sordum.

"Sağ olsunlar hepsinin kendince katkısı var bu merkeze" diye yanıtladı.

Sonra kolumdan çekiştirip, Afrikalı olduğunu tahmin ettiğim bir erkeğin çalıştığı makinenin başına götürdü.

"Bu makine elimizdeki en gelişmiş aygıt" diye anlattı. "Operatörümüz iki üniversiteden doktoralı, altı master derecesi var. Ve bu aygıtla istediğimiz zaman bir ülkeyi karıştırabiliyoruz" dedi.

"Yoksa dolar krizini çıkaran da siz misiniz" diye sordum, tebessüm etti.

"Bu makine çok karmaşık, bunu sadece gelişmiş İskandinav ülkeleri ve Almanya için kullanıyoruz" dedi.

"Latin Amerika, Güney Asya, Orta Doğu, Balkanlar için bu makine biraz lüks kaçıyor" diye de ekledi.

Ne de olsa serde gazetecilik var, "Türkiye masasını görebilir miyim?"

"Hay hay" dedi adam, "zaten sizi bunun için davet etmiştik."

Beni bir küçük odaya soktular. Hayal kırıklığına uğradım.

Dışardaki o acayip makinelerden eser yoktu.

Daha çok babamın eskiden kullandığına benzer, Facit hesap makinesini andıran bir iki alet vardı, hepsi o kadar.

Makinelerin başında artık iyice yaşlandığı hemen belli olan, çayı içerken elleri titrediği için sağa sola damlatan bir görevli vardı.

"Burası Türkiye masası" dedi.

Ne hissettiğimi yüzümden anlamak biraz zordur, tanıyanlar bilir.

Sylvester Stallone kadar olmasa bile ben de "mimiksiz" sayılabilirim.

Artık düşünün, benim mimiksiz suratım bile ne hâl aldıysa hemen açıklamak ihtiyacını hissetti.

"Burası Türkiye masası ama biz burada Türkiye ile ilgili herhangi bir işlem yapmayız" dedi.

"Bu gördükleriniz eski makineler, hurdacıya satamadık, iyi fiyat vermediler" diye de ekledi.

"Türkiye’yi nasıl karıştırabiliyorsunuz" diye sordum hemen.

"Gün geçmiyor ki üst akıldan kaynaklanan yeni bir komplo ile karşılaşmayalım. Adeta her gün başımıza yeni bir çorap örüyorsunuz burada" diye sertçe çıkıştım.

Adamın yüzünden bir Mona Lisa gülümseyişi belli, belirsiz geçer gibi oldu.

"Türkiye için bir şey yapmamıza gerek yok, çünkü siz Türkler bu konuda maşallah bizim bütün bu gelişmiş sistemlerimizden çok daha iyisiniz. Sizi kendi halinize bırakmamız yeterli oluyor, sizin için bir bütçe ayırmamız gerekmiyor" dedi.

* * *

Tam bu sırada çalan telefonla uyandım ki bir arkadaşım: "Sana borcum bu sabah 250 dolar daha azaldı. Sana söz verdiğim tarihte borcumu ödemeye geleceğim ama bana öyle geliyor ki artık alacaklı çıkma ihtimalim çok daha fazla."


Not: Bu yazıyı 19 Ekim 2018 günü yazmıştım.