Nişan, düğün ayları yaklaşırken tatlı bir heyecan içinde bekleşen gençlere şeamet tellalı bir "gamlı baykuş" gibi görünmek istemem ama memleketimizin "kaba boşanma hızı" son 20 yılda yüzde 47 oranında artmış bulunuyor.
Hayır, "kaba boşanma hızı" adı verilen kavram, çiftlerden birinin diğerine ya da ailesine kabalık yapması nedeniyle yuvaların yıkılması anlamına gelmiyor.
Zaten bizim memlekette birbirine "kaba" davranmak bir boşanma gerekçesi olsa, kaç çift evli kalabilirdi, o konuya da hiç girmek istemem.
Bu kavram, "bin kişi başına boşanma oranını" ifade ediyor.
2001 – 2021 yılları arasındaki dönemde "kaba evlenme hızı" da yüzde 20 oranında düşmüş bulunuyor.
Yani giderek daha az evleniyor, daha çok boşanıyoruz.
Daha ayrıntılı rakamları görmek isteyenler, bu araştırmaya TÜİK'in sitesinden ulaşabilirler, bu hafta açıklandı.
Ama bu rakamları bilmeleri ne işlerine yarar, o konuda bir fikrim yok.
Biz sıradan faniler için genel eğilimleri bilmek, bar sohbetlerinde filan ukalalık etmeye yarar ama daha ayrıntılı rakamları zaten aklınızda tutamazsınız.
Gerçi böyle durumlarda kafadan bir rakam sallamak da yeterli olur çünkü doğrusunu da zaten kimse aklında tutamamıştır, itiraz eden olmaz.
Evlilik hızının azalması, buna karşılık boşanma hızının artmasının türlü çeşitli nedenleri var elbette.
Geçim sıkıntısı, genç işsizliğinin yaygınlaşması, kentleşme, kadınların özgürleşmesi, eğitim düzeyinin yükselmesi ve daha onlarca neden sayabiliriz.
Ama en temel neden kuşkusuz ki "evlenmiş olmaktır" ki biliyorsunuz evlenmezseniz boşanamazsınız.
Bazı müelliflere göre evliliğin en iyi yönü de zaten sonradan boşanmaya zemin hazırlıyor olmasıdır ki bu müelliflerin isimlerini de açıklamayacağım. Ne olur ne olmaz!
Bu son 20 yıl, ülkemizde milli ve manevi değerleri yücelten muhafazakâr bir görüşün iktidarına da karşılık geliyor.
Kaderin cilvesi diye buna derim aslına bakarsanız.
Evlenen çiftlerin kaç çocuk yapmaları gerektiğine kadar ayrıntılı fikirleri var ama devri saadetlerinde evlenenlerin sayısı azalıyor, boşananlar artıyor.
Dün internette biraz gezindim, mesela 2013 yılı biterken boşanmaların zorlaştırılması amacıyla boşanma davasının ilk celsesinin ardından çiftlerin dört seanslık bir evlilik terapistine gönderilmesi zorunluluğunun getirilmesi bile düşünülmüş.
Demek ki sonradan bunu saçma bulup, vazgeçmişler.
Evlilik düşmanı olarak tanımlanmayı göze alacak kadar sersem değilim ama toplumdaki boşanmaların sayısını azaltmak için gerçekten işleyecek tek politika, evliliği yasaklamak olurdu ki bu da "yasakçı yaklaşımları" daha çok tercih eden devlet büyüklerimiz için daha tutarlı bir politika olurdu.
Zaten üstat Ahmet Rasim yıllar önce söylemiş:
"Birbiriyle evlenmemeleri icap edenler varsa onlar da birbirlerine âşık olanlardır." Türk olmak kolay değil tabii.
Benim gibi meraklıları dışında kimse Ahmet Rasim'i hatırlamıyor ama Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard da ona benzer şeyler söylemişti ve dünya onu daha çok tanıyor.
Evlilik aşk değil
Kierkegaard şöyle söylemişti: "Evlilik gerçekten aşk değildir ve bu nedenle de iki kişinin tek bir ruh değil, tek bir ten oldukları durumdur." Kierkegaard, hayli ilerlemiş yaşında 17 yaşındaki Regine Olsen'e tutulmuştu.
Benim onayıma ihtiyaçları elbette olmazdı ama aradaki yaş farkının büyüklüğü bir yana Regine zaten çocuk sayılması lazım gelen bir yaştaydı, uygunsuz bir evlilik olurdu.
Ama adam filozof diye hoş görülebiliyor.
Filozofların yanı sıra ressam, heykeltıraş, oyuncu, şarkıcı gibi sanatçıların da böyle bir avantajı var. Bir tür "delidir, ne yapsa yeridir" muamelesi görebiliyorlar. Ama gelin görün ki Kierkegaard da "evlilikten korkan" tiplerden biriydi.
Evliliğin aşkı öldüreceğine inanıyordu ve deli gibi âşık olduğu Regine'den bu korkusu nedeniyle ayrılmıştı.
Görüyorsunuz felsefeye dalıp dedikodu yapabilmek de mümkün ve dedikoduyu her yaş ve meslek grubu içindeki insanlar için çekici kılan bir gizli güç var.
Şimdi aktaracağım bilimsel bir araştırma sayılmaz, erkeklerin bir ilişki içinde zamanla ne kadar hödükleşebileceklerini gösteren bir deney diyelim.
Zaten boşanmalar da biraz bu nedenle artıyor gibi geliyor bana.
40 yaşın üstündeki evli kadınları bir araya getirmişler ve eşlerine "Seni seviyorum" yazılı bir mesaj göndermelerini istemişler.
Sonra telefonları toplayıp eşlerden gelen yanıtları not etmişler.
"Ben de seni", "me 2", "muck", "???" gibi yanıtlara rastlanmamış. Bir küçük kırmızı kalp, bir küçük kırmızı gonca gül emojisi filan gönderen de olmamış.
Yanıtlardan hatırımda kalanlar şöyle: "Hayrola? – İyi misin? – Bir sorun mu var? – Annen bize mi geldi? – Yine çanta mı aldın? – Evde yemek yok mu?"
Bu deneyi bir barda dinlemiştim, yanıtların barın çevresinde kahkahalar ile karşılanması kimsenin yanıtları yadırgamadığını da gösteriyordu.
İtiraf etmeliyim ki gülenler arasında ben de vardım, kendimi olmadığım birisi gibi göstermek istemem.
Ancak şunu belirtmeme izin verirseniz mutlu olurum: Benimkisi yılık bir kahkahadan daha çok "acı bir tebessüm" olarak sınıflandırılmayı hak eden bir "anlamlı tebessüm" olarak tarihe geçmişti.
Hatta görgü tanıkları bu acı tebessümüme eşlik eden manalı bir baş sallaması ile efkârımı dışa vurma gayreti içinde olduğumu da teslim edeceklerdir.
Böyle durumlarda kalbimde inceden bir sızı hissetmediğimi düşünmeniz beni üzer!
Seni seviyorum
Birisine "seni seviyorum" demek, aslına bakarsanız söyleyene ciddi bir sorumluluk yükler.
Kolayca yalan söyleyebilenleri konumuzun dışında tutuyorum ki bu zaten ayıplanması gereken bir alışkanlık.
Ancak çok sıkışmadığınız sürece yalan söyleme alışkanlığınız yoksa birisine "seni seviyorum" diyebilmek için bin kere düşünmeniz gerekir.
Bu sözün özel bir anlamı ve değeri vardır, hapşıran birine "çok yaşa" deyivermek gibi bir hamlede ağızdan çıkartılmamalıdır.
Bir kere çok bağlayıcı bir cümledir. İki kelimeden oluşur ancak o iki kelimenin ardında aslında "Büyük Türkçe Sözlük" vardır.
Söylemek yetmez, devamındaki cümlelerde kullanacağınız kelimeler de o ilk iki kelimelik cümle ile uyumlu olmalıdır.
Bu da yetmez.
Davranışlarınızın da bu iki kelimelik cümleyi destekleyici şekilde ardından gelmesi beklenir.
Bu cümlenin üzerinize yüklediği davranışları ortaya koyamıyorsanız söylediğiniz söz uçar gider, hedefine varmaz, siz de kötü bir yalancının yaşadığı utancı yaşarsınız.
Ve ne yazık ki homo sapiens dişisinin en çok merak ettiği konuların başında da bu gelir: Beni seviyor musun?
Kim bilir belki de erkekleri bazı durumlarda yalan söylemeye sevk eden de bu sorunun kadınlar tarafından olur olmaz her yerde, her an sorulabiliyor olmasıdır.
Onun için bir erkek açısından korkutucu bir sorudur.
Roland Barthes 'Bir Aşk Söyleminden Parçalar' isimli kitabında, çeşitli yazarlardan seçtiği parçalarla, âşık olduğumuzda kullandığımız söylemle ilgili sentezlere ulaşmış.
Barthes, "İlk açılma geçtikten sonra 'seni seviyorum'un hiçbir anlamı yoktur" diyor. İlginç ama bana kalırsa eksik bir tarif.
Gerçekten de birisine ilk kez 'Seni seviyorum Mualla' gibi bir söz sarf ettiğinizde yeni bir şey söylemiş oluyorsunuz.
Bu yeni mesajınızı verdikten sonra aynı mesajın tekrarlanmasına yönelik olarak söyleyeceğiniz her şey, aslında ilk kez söylediğinizde ifade ettiğiniz duygularınızdır. Bu yüzden de bunu bir kez söyledikten sonra tekrar tekrar söylemenizin bir anlamı olmasa gerekir.
Acaba öyle mi?
İşte bu noktada kadınların hayatı algılayış tarzlarıyla, erkekler arasında kesin bir farkın ortaya çıktığını düşünüyorum.
Erkekler, genellikle bir kez "seni seviyorum" dedikten sonra, çok gerekmedikçe aynı mesajı bir kez daha tekrarlama ihtiyacını hissetmiyorlar.
Akıllı olun
Niye böyle yapıyorlar bilmiyorum. İyimser bir yorumla "enerjiden tasarruf ediyorlar" diyebiliriz belki ama iki kelime söylemenin tüketeceği enerji kaç jul olabilir ki?
Oysa kadınlar, bu sözü her duyduklarında, ilk defa duyuyormuş gibi mutlu oluyorlar.
Onun için de bu sözcük kümesinin tekrarlanmasını, tekrarlanmasını, tekrarlanmasını istiyorlar. O da yetmiyor, sık sık bunu sorarak aynı yanıtı bir daha duymak istiyorlar.
Öte yandan "seni seviyorum" cümlesini ilk kez seslendirdiğinizde içinde gizli bir soru taşıdığını da bilirsiniz: "Acaba sen de beni seviyor musun" gibi!
Bunu söylerken "hayır" diye bir yanıt duymayı beklemiyorsunuz aslında.
"Hmmm belki, bir ara bakarız, niye olmasın" gibi yanıtlar da olmaz.
Cevabın olumsuzluğu, bununla ilgili olarak bir cevap verilmemesinde yatıyor.
Yani birisine seni seviyorum dediniz ve cevap alamadınızsa, anlıyorsunuz ki o sizi sevmiyor. Oysa açıkça olumsuz cevap almadığınıza göre, umutlanmanız gerekmez miydi?
Ancak bu soruda, cevapsızlık halinin olumsuz cevap olduğuna hükmederiz.
Rousseau, 'seni seviyorum' denildiğinde 'ben de' cevabının verilmesini yeterli buluyor.
Bunu "Düşselleştirilmiş biçimiyle bu yanıt bütün sevinç söylemini başlatmaya yeter" diye açıklıyor.
Ona da katılmıyorum.
"Ben de" yanıtı sevimsiz bir duruma işaret eder.
Eğer çift arasında tutku ile güçlenmiş aşk yoksa ya da zaman içinde tutkuyu ortadan kaldıran sebepler ortaya çıkmışsa, bu baştan savma yanıt kullanılır.
Çünkü, öznesi, süjesi belirsiz, biçimsel olarak zayıf bir cümle bu.
Nietzsche'nin sözlerine dikkat edin:
"Seni seviyorum demenin biricik yükselme biçimi onu sert söylemek, ona bir ön adın açılımını vermektir: 'Arianne, seni seviyorum' der Dionysios."
Onun için eğer sevgilinizle aranızın bozulmasını istemiyorsanız, ağzınızdan çıkanı kulağınızın duymasını öneriyorum. Eğer sevgilinizle, eşinizle aranızın hiç bozulmamasını istiyorsanız zırt pırt 'seni seviyorum' demekten çekinmeyin.
Kadınların bunu siz ne kadar sık söylerseniz söyleyin, sizin söylediğinizden daha sık duymak isteyeceklerini aklınızdan çıkarmayın.
Bakın boşanma istatistikleri aldı başını gidiyor.
Akıllı olun!
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.