Birikmiş gazete kupürlerini temizlerken 2 Nisan 2017 tarihli Hürriyet’ten kestiğim bir habere takıldım.
‘Kestiğim’ derken, lafın gelişi. Eskiden bu işi gazeteleri kesip bir kâğıda yapıştırarak yapardık diye öyle dedim.
Şimdi tablette fotoğrafını çekerek değişik başlıklar altındaki albümlere kaydediyorum.
Ama eski sistem yine sürüyor, altı-yedi ayda bir oturup bunları elemek gerekiyor ki gerçekten işe yarayacak olanlar kalsın.
Sözünü ettiğim haberde Savaş Özbey, Türkan Şoray ile konuşmuş.
Başlık ilgi çekici: “Film aşkları daha gerçek!”
Türkan Hanım şöyle diyor: “Gerçek hayattaki aşklar, hele şimdiki zamanda, bir saman alevi gibi. Eski aşklar yanardağ gibi patlıyor, sonra tekrar doluyordu; bir daha ne zaman patlayacak, bilinemezdi.”
Gerçekten öyle miydi, eski aşklar yanardağ gibi patlar mıydı; şimdikilerin kullan-at çakmak gibi yanmasıyla sönmesi bir mi oluyor?
Doğrusunu isterseniz bu konuda bir fikrim yok.
Fikrim olan şey şu ki, zaman zaman konu buralara geldiğinde kadın ya da erkek fark etmiyor, aşktan cayır cayır yanmak isteyenlerin sayısı hiç de küçümsenecek gibi değil.
Ve bana öyle geliyor ki eski aşkların daha ‘patlayıcı’, şimdiki aşkların daha ‘sönücü’ olması sadece algılarımız ile ilgili.
Magazin basınına bakıp iki günde bir âşık olan ve sonra birdenbire aşkları biten tipleri gördükçe algımız da çarpılmış olmalı.
Yoksa bizler değişmiş değiliz.
***
Algımızı şekillendiren şey esasen aşk romanları, aşk filmleri gibi şeyler ve etrafımızda o filmlerde, romanlarda anlatılana benzer aşklar görmeyince bizi alıyor bir nostalji!
Sorunumuz şu ki, aşk romanlarını okuyup hülyalara dalan günümüz kadın ve erkeklerinin kafaları ister istemez karışıyor.
Çünkü romanlarda anlatılan aşklar ile kendi yaşadıkları birbirine pek benzemiyor.
O duyarlı erkekler de yok, o naif kadınlar da!
Aslına bakarsanız, o romanların yazıldığı yıllarda da büyük olasılıkla o tipler gerçekte yoktular.
Roman gerçeği ile gerçek hayat gerçeği arasındaki fark bu.
Edgar Morin, ‘Aşk, Şiir, Bilgelik’ isimli kitabında (Om Yayınları / Çeviren: Haldun Bayrı) edebiyatın bir katalizör olarak aşkı görülür, hissedilir ve etkin kıldığını söylüyor. “Aşk, hem sözden önce gelir, hem sözden ileri gelir” diyor.
Normal hayatlarımızı sürdürürken gerçeğin içinde tutsak gibiyizdir.
Gerçekliğin dışına çıkmak ancak zihnimizde mümkün olabilir, hayallerimiz bunun için vardır.
Hayaller, yaşadığımız dünyanın tekdüzeliğinden kaçmamızı sağlar.
***
Aşk romanlarında anlatılan aşklar da aslında hepimizin, her gün yaşayabileceği türden aşklardır.
Yazar, bizim her günkü gerçeğimizi kendi zihninde yeni bir düzene sokar. İdealize eder ve böylece yeni bir gerçeklik yaratır.
Romanı okurken kendi kendimize söyleniriz; neden şimdi böyle aşklar yaşanmıyor diye!
Aslında okuduğumuz şey, yaşadığımızdır; farklı bir gerçeklik içinde, başka bir şeymiş gibi görünür.
Geçenlerde ‘romanlardaki gibi aşk’ aradığını söyleyen bir arkadaşıma şunu dedim: “Anna Karenina olmaya ne dersin? Ama unutma; istasyonda, trenin altında bitiyor!”
Tolstoy’un bu romanı gelmiş geçmiş en iyi aşk romanı listelerinde her zaman birinci sırada çıkar.
Ama dürüst olun: Kim gerçek hayatta Anna Karenina olmak ister?
Ya Madame Bovary olmayı düşler misiniz?
“Aman Allah korusun” dediğinizi duyar gibiyim. Yazarı Flaubert’e bile dünyanın dar edilmesine yol açmıştı.
Goethe’nin ‘Genç Werther’i gibi bir aşk yaşamaya ne dersiniz?
İsterseniz mavi ceketin altına sarı pantolon da giyebilirsiniz, galiba böyle alacalı bulacalı giyinmek yeniden moda da olmuş.
Aşkın Werther’in ruhunda yol açtığı ıstırapları hatırlayıp Balzac’ın Felix’ini (‘Vadideki Zambak’) unutmak olur mu?
Romanlardan öğrendiğimiz aşklar, genellikle acı dolu.
Neden acaba? Vuslat gerçekleşince aşk ölüyor mu?
Bedri Rahmi’nin bir köylüden aktardığı gibi mi: “Sever de kavuşamazsan aşk olur!”
Benim kişisel listemdeki bir numaram, Márquez’in ‘Kolera Günlerinde Aşk’ isimli romanı.
Ama şunu da düşünmeden edemiyorum: Beni bu kitaba bağlayan şey Fermina Daza ile Florentino Ariza arasındaki aşk mı?
Yoksa Márquez’in beni kıskançlıktan çatlatan ve asla taklit edilemeyecek o büyülü üslubu mu?
Kendimi Florentino’nun yerine koyuyorum: Fermina’yı 50 yıl bekleyebilir miydim?
Yok, halimden memnunum, Florentino’nun yerinde olmak istemezdim.
***
Ama şu da var: Ne zaman geleceğini bilmiyorsan iki saat beklemek ile 50 yıl beklemek arasında ‘uzunluk açısından’ bir fark görebilir misiniz?
Geleceğini umuyorsanız, ‘gecikti’ diye bırakıp gidebilir misiniz?
Sevmek mi istersiniz, sevilmek mi?
Bu sorunun yanıtını hiç düşündünüz mü? Hatta daha da ileri gideyim, böyle bir soru cümlesi kurmak aklınıza hiç geldi mi?
Japon yazar Yasushi Inoue, “Aşkın Üç Yüzü” isimli romanında soruyor bu soruyu. (Ne yazık ki yeni baskısı yok. Belki sahaflarda bulabilirsiniz. Çeviren: Ayşe Teksoy.)
Inoue, çaresiz bir aşkın değişik yüzlerini anlatıyor bu romanında.
Aynı erkeğe, üç ayrı kadın tarafından yazılmış üç mektup, bizi gizli bir aşkın sırlarına ortak ediyor.
Üç kadından birisi mektupların yazıldığı erkeğin karısı.
Bir mektup karısının kuzini de olan, erkeğin gizli sevgilisi tarafından yazılmış.
Üçüncü mektubun sahibi ise “gizli sevgilinin” boşanmayla sonuçlanan evliliğinden olan yetişme çağındaki kızına ait.
Inoue’nin üslubu bana Adnan Benk’in bir denemesinin girişinde kullandığı Gustave Flaubert’in bir cümlesini hatırlatıyor:
“Olgunlaşmamış bir cümleyi alelacele söylemektense it gibi gebereyim daha iyi!” (Adnan Benk, Okuyorum Öyleyse Varım, Doğan Kitap.)
Fazladan tek bir kelime bile kullanılmasına olanak vermeyen bir üslup Inoue’ninki.
Acemi bir yazarın sayfalar dolusu cümleyle betimleyebileceği duyguları, tek bir kelimenin içinde bile yaratabiliyor.
Başlıktaki soru, tamamı genç kızlardan oluşan bir sınıfta elden ele dolaşan bir kâğıtta yazılı.
Kız öğrencilerin biri dışında hepsi “sevilmeyi” tercih ediyorlar. İçlerinden en gösterişsiz ve en çirkin olan tercihini “sevmekten” yana kullanıyor.
Inoue de gizli aşkın kahramanı olan kadının ağzından seçimini “sevmekten” yana yapıyor diye düşünüyorum:
“Sevmekle yetinmeyi beceremeyen, sevilmenin mutluluğunu gizlice tatmak isteyen bir kadının hak ettiği cezayı çekiyorum.”
Benim oyum da “sevmek” ten yana.
* Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.