O kartpostal ve benzerlerini sanki dün elimde tutmuş gibi hatırlıyorum.
Orta okul, lise yıllarım. Çocuk musun, büyük müsün, bilemediğin yıllar.
O vakitler her bayram, bugünkü gibi uzun tatillere vesile olmazdı. Bayram üç günse, üç gün! Başı o güne gelmiş, arifesi bugüne denk geliyormuş, bunun bir önemi yoktu.
Öyle bayramlarda, bayram tatili için eve gitmek de yoktu tabii.
Biz evci çıkamayan yatılı çocuklar için de “bayram” adı verilen şey, biraz neşelenmemiz için yemeklerde kalitenin yükselmesiydi sanırım.
Sabahın köründe uyanıp namaza gitmek gerekmiyor, bayramlık elbise derdi yok, el öpmek de gerekmiyor.
Kavurma, köfte, lokma ya da revani gibi tatlılar, bazen mevsime göre meyve. Portakal, mandalina ya da elma! Dördüncü cins bir meyveyi yemekhanede dişlediğimi hiç hatırlamıyorum, komşu bahçelerdeki ağaçlara “dalmadıysak” tabii!
Böyle bayramlarda aileye, mahalledeki eski arkadaşlara filan kartpostal yazmak gibi bir adet de vardı.
Cumartesi öğlen bayrak töreninden sonra çıkarsın, kartpostalları alıp “mütalaa salonunda” masana çöküp, yazar, zarflarsın. Zarf kapatılmazsa 10 kuruşluk, kapatırsan 25 kuruşluk pulu da yalar, sağ üst köşeye yapıştırırsın. Pazar günü sinemadan önce de postaneye gider, kutuya sallarsın.
Bu eski anıların gözümde canlanmasına neden olan kartpostalı, Nur Koçak’ın SALT Beyoğlu ve SALT Galata’daki sergileri ile ilgili haberlerde gördüm. Bugün de gidip sergileri görmeyi planlıyorum.
Çiçekler içinde bir parkta oturmuş bir asker (onbaşı olduğuna da dikkatinizi çekerim), yanında genç bir kadın. Birbirlerine bakıyorlar, aralarında bir ilişki olduğu çok belli.
Ama yine de aralarında sanki bir mesafe de var gibi.
Bugün o kartpostaldaki genç kadın, o giysilerle Fatih Çarşamba’da dolaşabilir mi, ya da Akit gazetesi bu fotoğrafı sansürlemeden basabilir mi, emin değilim.
Türkiye’nin masumiyet yıllarından bir kare işte.
Ben genellikle Pamukkale kartpostallarını severdim. Bembeyaz, pamuk gibiler ama biliyoruz ki o pamuk zannettiğimiz şey kalker. Hâlâ görsel algımla, gerçek arasındaki bu çelişki beni zaman zaman Pamukkale’ye çeker.
Her neyse, böyle çok kartpostal olurdu. Karacı askerli, denizci askerli, havacı askerli. Parkta, ormanda, deniz kıyısında bir genç kadınla. Bazen ayaktalar, bazen oturuyorlar. Yüzler hep birbirine dönük. Aralarında bir iletişim var gibi de yok gibi de.
Böyle hissetmiş olmamın nedeni, kartpostalları tasarlayan sanatçının istediği, olmasını umduğu bir şey miydi, bilmiyorum. Belki de sadece kötü fotomodellikti. Onu da bilmiyorum.
O vakitler bu kartpostal ve benzerlerine hep merakla bakardım:
“Bunları kim alıp, anasına – babasına ya da arkadaşlarına gönderiyor” diye.
Ama belli ki alanlar, benim gibi “manzaracılar” kadar da çoktu. Bir kartpostal sergisinde 15 – 20 çeşidini bulmak mümkündü.
Eşe dosta “böyle sevgilim var” diye yalan söyleyip, hava atmak için mi alıyorlardı, yoksa bir hayale mi karşılık geliyordu?
Ama kuşkusuz ki satın almak için eli o kartpostallara uzananlar için bu “hedeflenen bir mutluluk” anını simgeliyor olmalıydı.
***
“Mutluluk, reçetesi olmayan bir idealdir” diye yazıyor, Alice Germain.
Batı dillerinde etimolojik olarak “iyi vakit, iyi anı” anlamına geliyor.
Bu da iradeden daha çok şansa ilişkin bir duruma tekabül ediyor.
Germain, Mutluluğun En Güzel Tarihi’nde şöyle yazıyor:
“Mutluluk olarak adlandırdığımız şey, genellikle sadece, umarsızca mutsuz olduğumuzu ve sevincin imkansız olduğunu unutmak için icat ettiğimiz bahanelerle, eğlencelerle, etkinliklerle özetlenir.”
Esasen bir matematikçi olan Blaise Pascal (ki ilk mekanik hesap makinesini tasarladığında daha 19 yaşındaydı), Hristiyan öğretisi üzerine düşüncelerini yazarken, insanların mutluluğu dışarıdan bekliyor olmasının (mesleğinde başarılı olmak, şahane bir kadınla bir hayat kurmak, hem güzel, hem akıllı çocuklar yetiştirmek gibi) tehlikelerine dikkat çekiyordu.
Mutluluk, dışarıdan cereyan edecek bir takım olaylardan bekleniyorsa, kazaya uğrama ihtimali her zaman vardır!
Onun için zevk aldığımız ne varsa hepsi bize mutsuzluğumuzu unutturmaya yarar, mutlu etmeye değil.
Çünkü ölümün kaçınılmazlığı beynimizi kurt gibi kemirirken asla ve asla gerçekten mutlu olamayacağımızı düşünür.
Onun bulduğu yol, içsel mutluluğa yönelmekti. Kendisi inançlı bir Hristiyan idi, toprağı bol olsun.
***
1776 yılında ABD’nin “kurucu babaları”, Anayasa’yı tartışırlarken vatandaşların üç temel hakkı olduğunu kabul ettiler.
Birincisi yaşam hakkıydı. Her insanın doğum ile birlikte kazandığı bir hak.
İkincisi insanların özgür olma haklarıydı ki bugün dünyanın en otoriter idaresi bile vatandaşlarının aslında “özgür” olduklarını iddia ediyor. Tabii bizde de olduğu gibi “kanunlar çerçevesinde!”
Üçüncü “temel hak” ise bize oldukça yabancı. Ama sadece bize değil, sanırım bu dünyada bu konuda yalnız sayılmayız.
Bu, insanların “mutluluk peşinde koşma hakkı” olarak tanımlanıyor.
Dikkatiniz çekerim, “mutluluk hakkı” değil, “mutluluk peşinde koşma hakkı!”
Çünkü vatandaşların mutluluğundan esasen devletler sorumlu tutulamaz.
Asıl olan vatandaşlara, devletin müdahale edemeyeceği bir özgürlük alanının yaratılması ve vatandaşların ne ile mutlu olacaklarını düşünüyorlarsa onun peşinde koşmalarına olanak sağlanmasıdır.
Yani devlet şunu demez: “Ali, Ayşe ile evlensin, mutlu olsun!” Bu Ali’nin ve Ayşe’nin özgürce ve kendi başlarına verecekleri bir karara bırakılmalıdır.
Ya da devlet şunu demez: “Madem evlendiniz, siz üç çocuk doğuracaksınız.”
Bu da Ali ile Ayşe’nin kendi başlarına ve herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmadan verebilecekleri bir karar olmalıdır.
Çin’de, Mao’nun Kültür Devrimi’nden sonra çiftlere “bir çocuk” kısıtlaması konmasının, insanları nasıl mutsuz ettiğini, sırf cinsiyet tercihleri nedeniyle birçok çocuğun doğumdan hemen sonra bizzat ailelerince öldürüldüğünü ya da sokağa terk edildiğini de biliyoruz.
Yani esasen mutluluk peşinde koşma hakkı, özgürlük hakkıyla yakından ilgilidir.
Eğer bu özgürlükler, şu ya da bu şekilde kısıtlanıyor, vatandaşların kendi haklarındaki kararlarına devletin müdahalesi söz konusu oluyorsa, mutluluk peşinde koşma hakkı da özgürlük hakkıyla birlikte askıya alınmış olur.
Bu durumda, özgür olmayan ülkelerde yaşayanların hayatlarının sonuna kadar mutluluğu tadamayacaklarını mı söylemeliyiz?
***
“Mutluluk” diye tanımladığımız “şey” esasen genetik kodlarımızda var.
Yuval Noah Harari, Homo Deus’da biyokimyasal sistemimizin sağ kalmak ve üreme olasılığımızı arttırmak şeklinde evrim geçirdiğini yazıyor.
Bunun için de biyokimyasal sistemimiz, sağ kalmak ve üremeye yardımcı olan davranışlarımızı bize haz veren duygularla ödüllendiriyor.
Yemek yerken bir süre daha açlıktan ölmeyeceğimizi düşünüp, mutlu oluyoruz.
Ne kadar iyi yemek yiyebilirsek o kadar daha çok mutlu olabiliyoruz.
Partnerimizle seviştiğimiz zaman biyokimyasal sistemimizin bize verdiği mutluluk duygusu, bu eylemi sıkça tekrarlayarak mutlu olmamız yönünde bizi teşvik ediyor.
Eskiden bize zevk ve mutluluk veren bir çok eylemi günümüzde tekrarlarken suçluluk duymamızın nedeni de aynı kimyasal durum.
Sigara ve içkiden uzak durmak, kahveyi günde bir – iki küçük fincan ile sınırlamak, tereyağında kızartılmış kaz ciğeri yememek gerektiği bize söyleniyor ve bu hayatta kalmak içgüdümüzü de şekillendiriyor.
Onun için ağır bir Fransız yemeğinin ardından, bir puro tüttürüp konyak içerken bir yandan da huzursuz oluyoruz.
Oysa bütün bunların zararlarını bilmeden önce, bu eylemleri tekrarlamak, insanın kendini mutlu hissetmesine yetiyordu.
Düşünün bakalım son yıllarda yapmaktan zevk aldığınız neleri, asla yapmamanız gerektiğini öğrendiniz?
Kahve içmeyin, sigara içilen yerde bile durmayın, şekere-çikolataya elinizi sürmeyin, sert içkileri unutun, şarabı bir kadehte kesin, kırmızı et yemeyin, hatta balık da yemeyin, “beyaz ekmek mi, sakın ha” gibi bir dizi talimat!
Akşamları, içine yağ konmadan haşlanmış sebze yiyerek ve sadece bir yarım kadeh kırmızı şarap içerek insanlardan yatağa girmeleri ve rahat bir uyku çekmeleri isteniyor!
Böyle bir akşamdan sonra zaten kimin canı sevgilisine sarılıp sabahlara kadar gevezelik yapmayı çeker ki?
En iyi seçenek yatıp bir an önce uyumak ve o tatsız akşam yemeğini unutmaya çalışmak oluyor haliyle!
***
“Peki ne yapacağız, nasıl mutlu olacağız” sorusunun tek bir yanıtı da yok tabii. Ama ben size Herman Hesse’nin bir sözünü aktarayım, en iyisi onun yolundan gitmeye çalışmak gibi geliyor bana:
“Sevilmek mutluluk değildir. Her insan kendi kendini sever; ama mutluluk bir başkasını sevmektir.”