Mehmet Y. Yılmaz

01 Mart 2025

Kendi kendine söylenen insanlar ülkesi

Söyleniyoruz ama buna yol açan sorunlara karşı sesimizi yükseltmek için herhangi bir şey yapmıyoruz. “Çıkın bir protesto edin ya” diyen adama “hadi gel” desek, “şu anda hastam var” yanıtını almamız kuvvetle muhtemel. Siz de sokağa çıkarak hak aramak bizim millete göre değil diye düşünenlerden misiniz?

Kartalkaya’daki otel yangınından hafızamda kalan fotoğraflardan biri de uç uca eklenerek bir camdan sarkıtılmış çarşaf görüntüsüydü.

Yangının isinden kararmış bir binanın boş penceresinden sarkan, rüzgârın hafifçe savurduğu birbirine düğümlenmiş üç çarşaf...

O faciadan kaç kişi bu sayede kurtuldu, bilmiyorum.

Beni derinden etkileyen o fotoğrafın bir benzerini günler sonra Taksim’de bir binada gördüm.

Uç uca eklenmiş iki çarşaf, bir balkondan aşağıya sarkıtılmış, rüzgârda bir oraya bir buraya sallanıp duruyor.

Daha sonra sosyal medyada gördüm ki o bina tek değil. Başka binalardan da çarşaflar aynı o şekilde sarkıtılmış.

Çoğumuzun içimizde bastırdığı, bu yüzden de kendimizi çaresiz hissetmemize yol açan öfkenin sessiz bir dışavurumu diye düşündüm.

Elbette sosyal medyada bolca bulunan ukala tayfası bu eylemi de beğenmedi.

Kendileri de bir şey yapmadılar ama. Bir isyanı sessizce dile getirenleri eleştirmek belli ki her zaman daha kolay ve risksiz.

Tam da o günlerde Otisabi’nin yaratıcısı Yılmaz Aslantürk, Instagram’da bir karikatürünü yayınladı. Yılmaz ile Milliyet’i yönettiğim yıllarda çalışmıştık. Otisabi karakterine de bayılırım.

Yılmaz bu karikatürü, mesleğini tek başına sürdürmek zorunda bırakılan gazetecilerden Ünsal Ünlü’nün YouTube programı için çizmiş.

Tipik bir “Türkiye sokağı” karikatürü.

Karikatürde “söylenen insanlar” var.

Konuşma balonlarında şunlar okunuyor: “Hiç kimse sesini çıkarmıyor. Pısırık bunlar. Az bile yapıyorlar bunlara. Çıkın bir protesto edin ya. Daha neyi bekliyorlarsa. Sadece söylenmeyi biliyorlar. Yeter artık deyin di mi?” gibi konuşmalar.

Karikatür, çok yakından bildiğimiz bir durumu gözümüzün içine sokuyor.

Söyleniyoruz ama söylenmemize yol açan sorunlara karşı sesimizi yükseltmek, yetkililere duyurmak için de herhangi bir şey yapmıyoruz.

“Pısırık bunlar” diye söylenen adamın kendisi de sokağa çıkmıyor, polis dayağını göze almıyor.

“Çıkın bir protesto edin ya” diyen adama “hadi gel gidiyoruz” desek, “hastam var; şu anda gelemem” yanıtını almamız kuvvetle muhtemel.

Sokağa çıkarak hak aramak, yolunda gitmeyen işleri protesto etmek bizim millete göre değil diye düşünenlerden misiniz?

Böyle düşünmeden önce, nasıl bir ülkede yaşadığımızı da gözünüzün önünde bulundurun derim.

Gezi protestolarında çadırlarda kalan gençlere iki tepsi börek götüren bile Silivri soğuğunu deneyimlerken, halkımızı suçlamak çok doğru değil.

Öte yandan insan imrenmiyor da değil.

Yunanistan’da 56 kişinin hayatını kaybettiği tren kazasından sonra Atina’da Sintagma (Anayasa) Meydanı’nı dolduran on binlerce kişi ile ilgili videoları filan görünce kıskanıyoruz.

Halkımız, Yunan halkı kadar duyarlı değil diye düşünemeyiz herhalde.

Ege’nin iki yanındaki halk birbirine benzer. Aynı havalarda oynar, aynı havalarda efkarlanırlar.

Birbirine benzemeyenler hükümetler ve siyasi partiler.

Yunan hükümeti yüz bin kişi yürüdü, eyvah koltuğum gidiyor diye tırsmıyor. Siyasi muhalefet de kitlelerin kuyruğunda değil, önünde.

Sokağa çıkıp protestosunu dile getiren biliyor ki şiddete başvurmadığı sürece başına bir iş açılmaz.

Oysa bizim bu yakada biliyoruz ki en hafifinden kafana bir polis copu yersin. Osman Kavala gibi ömür boyu hapse atılmak da var.

Yoksa bakarsan kâğıt üzerinde onlar hangi haklara sahipse aynılarından bizde de var.

Ama olması, kullanılabilir olması anlamına gelmiyor.

Bunun geniş kitlelerde nasıl bir ruhsal sıkışmaya neden olduğunu iktidar sahipleri oturdukları yükseklerden fark edemezler tabii.

Oysa sıkışan o gazın barışçı gösterilerle boşaltılması, toplumları rahatlatır. En çok da oturduğu koltuğu terk etmek zorunda kalmaktan korkanları rahatlatır.

Mavi bayrakla telaşlanan Rus

Yıllar önce arkadaşım Mustafa Oğuz ile Trans Sibirya Ekspresi’ne atlayıp “Rus Uzak Doğu’su” Vladivostok’tan, Moskova’ya kadar 15 gün süren bir tren yolculuğu yapmıştık. Sibirya aralıksız yağan karın altında gerçekten büyüleyiciydi.

Kenti gezmek için trenden indiğimiz istasyonlardan biri Yekaterinburg idi.

Bir rehber, elinde küçük bir bayrakla önümüze düştü, birkaç İngiliz ve biz iki Türk de peşinde olmak üzere istasyondan çıktık.

İstasyondan çıkarken bir tuhaflık dikkatimi çekmişti ama anlam verememiştim. Anlamlandırmam için küçük grubumuzun etrafının istasyon çıkışında polis tarafından çevrilmesi gerekti.

Rus rehber ile polislerin başındaki amir hararetli bir tartışmaya girişti, sonra salıverildik.

Meğerse rehberin elinde bir mavi bayrak ile önde, bizim de arkasında yürümemizi oradaki işgüzar bir istasyon görevlisi “gösteri yürüyüşü” olarak algılamış. Polis de duruma el koymuş.

Bu anlattığım olay 15 yıl önce yaşandı. Bu komik macera, “Rus demokrasisinin” düzeyini biz yabancılara hatırlatan bir anı olarak kaldı.

Ama şimdi görüyorum ki benzeri bir şey, her an Türkiye’de de olabilir.

Şilili kadınların başlattığı danslı - şarkılı protesto eylemi nedeniyle dünya yüzünde polis dayağı yiyenler sadece Türk kadınları oldu mesela!

Örnek olsun diye verilen cezalar

Şu anda Türkiye’nin herhangi bir yerinde, bir protesto gösterisi yapmak için insanın yürek yemiş olması gerekiyor.

Çünkü böyle bir durumda sizi bekleyen en hafifinden polis dayağı, biraz daha gözleri dönerse gözaltı, tutukluluk!

Şimdilik öldürmüyorlar tabii, bu da bir ilerleme sayılmalı mı, bilmiyorum.

Bütün mesele iktidarın, halk hareketlerinden, toplu protesto gösterilerinden korkuyor olması.

Bu paranoya en tepeden başlayıp aşağıya doğru mu yayıldı, yoksa aşağıdakiler yukarıdakini bu yola mı soktular, bilemiyorum.

Bildiğim şu ki Osman Kavala’nın AİHM kararına rağmen hala salıverilmemesinin nedeni de bu korku.

Kavala hepimize örnek olsun diye cezalandırılıyor, suçlu olduğu için değil.

İktidarın kendine güvendiği, Türkiye’nin demokratikleşip - sivilleşmesini dilinden düşürmediği yıllarda 1 Mayıs Taksim’de kutlanabiliyordu, hükümet filan da devrilmiyordu.

Aslına bakarsanız baskıcı rejimler için asıl tehlike sokaklarda değil, sarayın içindedir.

Yale Üniversitesi öğretim üyelerinden Svolik’in araştırmasına göre 1945 - 2002 yılları arasında iktidara gelen ve sonra iktidardan gitmek durumunda kalan 316 otokrattan sadece 32’si halk ayaklanması ile devrilmiş. Yaklaşık bir oran vermek gerekirse yüzde 10 gibi bir şey.

Bu otokratlardan 205’i, yani yaklaşık yüzde 70’i kendi içlerinden çıkan muhaliflerce devrilmiş.

Baskıcı liderler için tehlike, kendi iktidar gruplarının içinde yatıyor aslında, sokaklarda - meydanlarda değil.

Bu tehlikeyi görmesi gereken de ben değilim tabii: Lider, şöyle bir dönüp kendi yönetici grubuna bakarsa, koltuğuna kimin göz dikebileceğini kolayca görecektir.

Benim bizim memleket için bir tahminim var ama ısrar etmeyin, söylemem. Sonra da “ben demiştim” demeyi hiç istemem.


Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı Oksijen'den alınmıştır.