Mehmet Y. Yılmaz

15 Şubat 2025

Hadi gir ruhuma sar beni!

O gece bu şarkıya çığlık çığlığa eşlik eden küçücük kızların, delikanlıların sayısı da biz dinozorlardan az değildi. Hadi diyelim ki bizler artık o fırtınalı aşkları yaşayacak ortamı bulabilecek durumda değiliz, ruhumuz yorgun. Peki size o yaşta ne oluyor? Madem böyle deli divane bir aşk istiyorsun, o zaman ne bekliyorsun?

Ne zaman Türkçe pop müzik çalan bir eğlence yerine gitsem aynı şeye tanık oluyorum.

Halkımız, genç-yaşlı demeden Türk popunun eski şarkılarıyla eğleniyor.

Sanki belli bir tarihte zaman durmuş ve o tarihten sonra bir daha Türk pop müziğinde yeni bir şarkı yazılmamış gibi!

Benim gibi yaşadığı zaman süresi, bundan sonraki yaşam beklentisinden az olanları anlayabiliyorum.

O şarkılar hafızalarımızda bir şeyleri canlandırıyor çünkü.

Belki hatırlamak bile istemediğimiz, belki aynı duyguları bir daha yaşayabilmek için kalan ömrümüzün sonundan bir altı ay vermeye razı olabileceğimiz anılar.

Tabii esasen kimse kalan hayatının sonundan bir süreyi feda etmek istemez. Zamanın marjinal değeri, azaldıkça artar.

100 yaşından gün almaya başladıysanız hayatınızın en sonundaki 24 saati bile feda etmek istemezsiniz.

Ben düşündüm, bugünkü yaşım itibarıyla sondan bir iki seneyi rahatça harcayabilirim gibi geliyor.

Bir şarkıyla zaman yolculuğu

Ama dedim ya bu, yaşa göre değişen bir şey. O günlere yaklaştığımda bırakın sondaki bir iki seneyi, bir iki günü bile feda etmek istemeyebilirim; bunu gayet iyi biliyorum.

Geçen gece Türkçe müzikler çalan o barda Emel Müftüoğlu’nun epeydir dinlemediğim bir şarkısı, beni bir anda zamanda yolculuğa çıkardı sanki.

“Hadi gir ruhuma sar beni
Çal fikrimi deli et beni
Fırtınalar kopar içimde
Unuttur bana kendimi!”

Bu şarkıya özel dans bile geliştirmiştim bir vakitler; “hey gidi günler hey” diye aklımdan geçirdim.

İlginç olan bu şarkı ile ilgili duygularım hakkında yalnız olmadığımı görmek oldu.

Şarkının nakaratını bilen tek ben değilmişim.

İnsanların “kendilerini unutma isteklerini” böyle feryat figan ortaya koymalarının nedeni, özel hayatlarında mutsuz olmaları değildi herhalde.

O gece orada birlikte olduğum arkadaşların özel hayatlarını biliyorum, eşlerini, sevgililerini tanıyorum, mutsuz olmadıklarını da bu nedenle gayet iyi biliyorum.

Tanımadığım çoğunluk da halinden, yanındaki kadından/erkekten memnun görünüyordu.

Ama bir kendinden geçme isteğinin de saklanamadığını söylemeliyim.

Baktım şarkıya çığlık çığlığa eşlik eden küçücük kızların, delikanlıların sayısı da biz dinozorlardan az değildi.

Hadi diyelim ki bizler artık çok istesek bile o fırtınalı aşkları yaşayacak ortamı bulabilecek durumda değiliz.

Ruhumuz artık o kadar fırtınayı taşımak istemeyecek kadar yoruldu; peki size o yaşta ne oluyor?

Madem böyle deli divane bir aşk yaşamak istiyorsun, o zaman ne bekliyorsun?

Hoş, kendine bakan, akıllı, bir gece vakti eğlencesi için bir kadeh içkiye 900 lira ödeyebilecek geliri olan genç kadınlar ve erkekler bunlar.

Kolayca kendilerini sevecek ya da sevebilecekleri birisini bulabilirler ama bir garip “mükemmellik arayışı” yalnız kalmalarına neden oluyor.

Böyle bir fikir, bir erkek ya da kadına musallat olunca da işte böyle feryat ediyorlar: Hadi gir ruhuma sar beni!

Gazeteci Iris Krasnow “Surrendering to Marriage” (Evliliğe Teslim Olmak) isimli kitabında kendi evliliğini şöyle anlatıyor:

“En sonunda mükemmel olmayan bu adamla, mükemmel olmayan bir ilişkiye teslim oldum!”

Evli, bekâr herkese tavsiyesi de bu zaten: Teslim olun.

Sonsuz mutluluk diye bir şey yok

Krasnow’a göre evliliğe teslim olmak gerekliliği, “otların çitin öteki yanında daha yeşil olmamasından” kaynaklanıyor.

“Ebediyen mutlu olacağınızı düşünmek boşanmanın ilk adımıdır. Ayrıca mükemmel aşkı başka yerde aramaktan da vazgeçin çünkü aradığınız türde bir yaratık yok yeryüzünde” diye yazıyor.

Bence Krasnow’un en büyük sorunu kendi evliliğini tarif ederken vardığı sonucun yanlış olmasından kaynaklanıyor.

Yani “mükemmel olmayan bir adamla” ilişkisine teslim olmayı yanlış yorumlamasından.

Krasnow aslında gerçek aşkı bulmuş, ama bulduğunun ne olduğunun farkında bile değil.

Aşkın insan ruhu üzerinde yarattığı en önemli etki verdiği “seçilmiş olma duygusu”.

Etrafta bize benzeyen belki on binlerce insan varken, bir kadının (ya da bir erkeğin) sizi tercih etmesinin verdiği seçilmiş olma duygusundan söz ediyorum.

Aslında teolojik bir kavram bu.

Herhangi bir insanın doğaüstü bir kararla benzersiz ve olağanüstü bir görev için seçilmesi.

Peygamberler gibi ya da evliyalar, azizler gibi.

Biz sıradan faniler arasındaki aşk ilişkisi de böyle bir durumdur aslında: Benzersiz ve olağanüstü bir görev için seçilmiş olmak!

Aşk ilişkisindeki taraflardan biri ötekine hiçbir zaman şunu söylemez: Seni seviyorum çünkü çok zenginsin, beni güzel yerlere, yemeğe-tatile götürüyorsun gibisinden!

Birisi bunu size söylerse, onun sizi değil, sizin “fasilitelerinizi” sevdiğini düşünürsünüz.

Gerçek aşk bunlarla ilgilenmez.

Tam tersine aşkın objesi zeki olmasa da, namussuz olsa da, alçak bir yalancı olsa da, fakir olsa da, genel güzellik değerleriyle kıyaslandığında çirkin sayılsa da ona âşık olunabilir.

Sevgililerimizi seçiş biçimimiz, tercih ettiğimiz insan tipi kendi temel yaradılışımızı ortaya koyar.

Bizi etrafta dolaşan öteki erkeklerin ya da kadınların cinsel çekimlerinden koruyan şey de budur.

Bilmediğine teslim olursun

Başa dönecek olursak, Krasnow “mükemmel olmayan bir adamla mükemmel olmayan bir ilişkiye teslim olmaktan” söz ediyordu.

Aşk da zaten budur. Seçtiğimiz birisine teslim olmak!

Bu gönüllü bir teslim oluştur ve en önemlisi neye teslim olduğunuzun da çoğu zaman farkında bile olmayabilirsiniz.

Onun için “mükemmel erkek” ya da “mükemmel kadın” bekleyerek en güzel yılları yalnız geçirmek, çok da akıllı bir insan davranışı sayılmaz.

Bir de “mükemmel kadını” beklediğini söyleyip neredeyse haftada bir sevgili değiştiren genç erkekler var.

Tabii bu işi tek başlarına yapmıyorlar, kızlarla çıkıyorlar, demek ki bu sadece erkeklere özgü bir davranış sayılmaz.

Ama tek hedefiniz “avcılık” ise aradığınız mükemmele ulaşamazsınız.