RTÜK Başkanı geçenlerde haber programlarının sunucularına çok kızdı. Hepsine değil tabii.
Bazılarına kızdı, bazılarına kızmadı.
Kızmasının sebebi bazı sunucuların Türkiye’de sanki hiç iyi bir şey olmuyormuş gibi konuşmalarıymış.
Başkan Bey “ülkede olumlu olaylar yaşanmadığı algısı yaratılıyor ve vatandaşlar karamsarlığa düşürülmek isteniyor” diyor.
“Maksatlı yorumlara” dikkat çekiyor ki benim de ilgimi en çok bu çekti: Maksadı olmayan yorum nasıl bir şey acaba?
İçinde kuru fasulye olmayan kuru fasulye yemeği istemek gibi bir şey olmalı.
Bunun için “inceleme” başlatmış ki “üst sınırdan” ceza verebilsin.
İnceleme ile varılabilecek sonucu zaten peşinen ilan ettiğine göre neyi inceletiyor, bilemedim.
İngilizcede “no news, good news” diye bir deyim var. “Haber yoksa iyidir” gibi çevirebiliriz.
Bir atasözü olmalı ama hangi millete aittir bilemiyorum. Belki de İngilizce konuşan milletlerin ortak atasözüdür.
İngilizcem bu konularda ukalalık yapmaya yetmez ama bu sözün “iyi tercümesi” sanırım “kötü haber tez yayılır” olmalı. Aynı kapıya çıkıyorlar çünkü.
“Haber” denilen şey gazeteciliğin ana malzemesi.
Ve gazeteci denilen insan tipi esasen kötü gidenin peşindedir. Halk adına denetim görevi böyle yerine getirilir. Gazetecilerin işi şakşakçılık değildir.
Demokrasilerde basından dördüncü güç diye söz edilmesinin nedeni budur.
Ve dünyanın her yerinde hükümetlerin ve farklı çıkar gruplarının basını “felaket tellallığı” ile suçlamasının nedeni de budur.
İyi şeyler var da biz mi görmedik?
Ayrıca hep kötü olayların olmasının sorumlusu da gazeteciler değildir.
Memlekette iyi şeyler oldu da biz mi görmezden geldik?
Sonuçta bizim işimiz topluma ve dünyaya bir ayna tutmaktan ibaret, bunu da unutmamalı. Aynadan yansıyanlar hoşumuza gitse de gitmese de gerçek bu.
Mesela geçen gün Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarını yayınladı.
Her yıl bu vakitlerde yayınlanan bir bilgi bu ve bize gösterdiği en temel mesele de şu ki Türkiye nüfusu yaşlanıyor.
Sosyal güvenlik sistemimiz şu anda bile “çökmüş” sayılır. Yaşlı nüfus artışı ile ortalama ömür beklentisindeki artış neredeyse paralel gidiyor.
Çocuklarımız, bu kadar yaşlı insana nasıl bakacak? Bununla ilgili hiçbir hazırlığımız olmadığı da açık.
Memleket neredeyse çeyrek yüzyıldır “çok çocuklu aileyi” nüfus politikasının merkezine koymuş bir parti tarafından yönetiliyor ama Türkler sanki böyle bir şey hiç yokmuş gibi yaşıyorlar.
TÜİK verileri gösteriyor ki Türkiye nüfusunun yüzde 19.7’si tek kişilik hanelerde yaşıyor. Bu oran 2012 yılında yüzde 8.6 imiş. Her yıl düzenli olarak artmış ve geldiğimiz noktada artık beş haneden birinde insanlar tek başarına yaşıyor!
İl ve ilçe merkezlerinde nüfusun yüzde 93’ü yaşıyor ki yakın bir gelecekte aramızda “köylü” kalmayacak gibi. Buğdayı, pancarı, eti, sütü kim üretecek diye bana sormayın, RTÜK Başkanı’nı kızdırmayalım.
Erkeklerde hiç evlenmeyenlerin oranının kadınlara göre daha yüksek olduğu da bir başka sonuç.
Kadınlarda ise eşi ölenlerin oranının erkeklerden daha fazla olduğunu söyleyeyim.
Giderek yalnızlaşıyoruz, öyle görünüyor.
Ortalama hane halkı büyüklüğü de üç kişiye kadar inmiş durumda. Yani anne - baba ve bir çocuk!
İnsanlar bakamayacaklarını düşündükleri çocukları yapmıyorlar, bu açıkça görünüyor.
Bu tablo önümüzdeki on yıllarda daha da derinleşecek bir soruna işaret ediyor.
Neredeyse bütün memleket “yalnız kalpler kulübü” olacak, günümüzün ekonomik ve sosyal şartlarının değişmediğini varsayarsak elbette.
Birleşik Krallık’taki York Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre yalnızlık, en az sigara içmek kadar sağlığa zararlı.
Bu bulguya, 180 bin kişi üzerinde yapılmış 23 farklı araştırmanın sonuçlarının değerlendirilmesiyle ulaşıldı.
Yalnızlık çeken insanların kalp hastalıklarına yakalanma olasılıkları, normalden yüzde 29 daha fazla.
Araştırma ekibinin başı Dr. Nicole Valtorta, “sosyal ilişkileri zayıf olan kişilerin kalp hastalığına yakalanma riskinin, güçlü sosyal ilişkileri olan kişilerden yüzde 29 oranında daha yüksek olduğunu gördük. Felç riskinin ise sosyal olarak izole olmuş kişilerde yüzde 32 daha fazla olduğunu tespit ettik” diyor.
Öyle görünüyor ki ne kadar “yerli ve milli” olmaya gayret etsek de “evrensel” gerçeklerden kaçamıyoruz.
Yalnızlık, çağdaş toplumların bir gerçeği ve Türkiye de bu dünyadan soyutlanmış bir ülke değil.
Burada “yalnızlık” derken “yalnız yaşamayı tercih etmekten” değil, mutlak bir yalnızlıktan söz ediyorum.
Günlerce, hatta aylarca konuşabileceğiniz bir tek kişinin bile olmadığı tek kişilik dünyada yaşadığınız bir durum bu.
Ve sosyal medya dediğimiz şey de bunun bir ilacı değil.
Sosyal paylaşım sitelerinde gezinmek, yüz yüze iki kelime edemeyeceğiniz insanlarla bazı şeyleri “paylaşmak” bu yalnızlığın ilacı değil.
Evde tek başına otururken birilerine “like” atmanın, çoğu zaman okunmayacağından emin olduğunuz bir mesaj yollamanın, bu evrende varlığınızı kanıtlamak için orada burada çektiğiniz fotoğrafları koymanın yalnızlığınızı yok etmesi söz konusu olmuyor.
Sosyal medya öncesi çağlarda insanlar sokağa çıkıyorlardı.
Yalnızlığa hüküm giyen holigan
Kimseyi bulamasalar sohbet edebilecek bir barmen, bir berber, bir taksi şoförü bulabiliyorlardı. Kendileri gibi insanların devam ettikleri kulüplere, kahvelere vs. gidip orada “canlı bir paylaşım” yaşayabiliyorlardı.
Franklin Foer, “Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar” isimli kitabında en eski holiganlardan biri olan, Chelsea taraftarı Alan Garrison’dan da söz ediyor.
Garrison, ilk örgütlü holigan çetesini kuran kişi olarak dünya futbol tarihinde pek de saygın olmayan bir yere sahip ama artık daha çok evinde bilgisayarının başında facebook üzerinden insanlarla iletişim kurabiliyor.
Facebook olmasaydı Garrison hiç olmazsa stadyum yakınlarındaki bir pub’a her gün uğrar, iki bira arasında üç sohbet eder, yine evine dönebilirdi.
Bunu “gericilik olsun, sosyal medya yasaklansın” diye söylemiyorum.
“Aktif Facebook nüfusunun yarısının” yaşadığı Avustralya’da yapılan bir araştırma iyi şeyler söylemiyor.
Facebook kullanıcıları, bilgisayar başında giderek daha çok vakit geçirdikleri için “aile içinde yalnızlık” sorunu da yaşıyorlar.
“1200 uzun süreli Facebook kullanıcısı” üzerinde yapılan bir araştırma önemli bir “sosyal servet” sayılması gereken “yakın arkadaşlık” meselesinin giderek bu işten olumsuz etkilendiğini gösteriyor.
Üç odalı, beş odalı evler satın alarak yatırım yaptıklarını düşünenleri uyarıyorum: Yakında o tür çok odalı evleri alacak kimse kalmayacak.
Reis kızıyor ama bir oda, bir salon evlerin sayısı mecburen artacak.
TÜİK istatistiklerinin bize gösterdiği bu. RTÜK Başkanı’nı mutlu etmek için şimdi bu gerçekleri çarpıtmamız mı gerekecek?
Mehmet Y. Yılmaz'ın bu yazısı Oksijen'den alınmıştır.