Mehmet Y. Yılmaz

21 Eylül 2019

Dikkat! Mutluluk öldürücü olabiliyor

Rahmetli hep şunu derdi: Aman oğlum, her şeyin azı karar, çoğu zarar!

Gazetedeki haberin başlığını okuyunca bir anneannemi bir kez daha rahmetle andım.

Başlık şöyleydi: Aşırı mutluluk da kalbi öldürüyor!

Rahmetli hep şunu derdi: Aman oğlum, her şeyin azı karar, çoğu zarar!

Japonya'da ahtapot avlamak için "tako tsubo" ismi verilen bir çömlek kullanılırmış.

İnternette fotoğraflarına baktım, bizim balık avlamak için kullandığımız "sepet" gibi bir fonksiyonu yerine getiren bir çömlek bu. Ağzı dar, gövdesi genişçe seramik vazolar vardır ya, onlar gibi. Denizde uygun bir yere koyuyorlar, ahtapotlar da içine girince çıkamıyorlar.

Her kim icat ettiyse teessüf ediyorum kendisine. Ahtapotlar bu dünyanın en güzel, akıllı ve duygusal canlılarından biridir, insan kıyar mı hiç?

Neyse konuya döneyim, ani stres, aşırı üzüntü filan gibi durumlarda gelişen kalp krizlerinde kalbin sol karıncığının bu ilginç çömleğe benzediği anlaşılmış.

Anlayan da bir Japon olan Dr. Hitari Sato olduğu için bu kırık kalp sendromuna "Tako Tsubo kardiyomiyopatisi" deniliyormuş!

100 vakadan 96'sında aşırı stres ve üzüntünün, dördünde ise aşırı mutluluğun bu duruma neden olduğu tespit edilmiş.

Tabii bunu okuyunca hemen notumu verdim: Bu dört kişinin mutlu olmaktan rahatsız olan bir ruh yapıları olmalı!

Böyle insanlar vardır hepimizin tanıdığı.

En mutlu olması lazım gelen zamanda bile huzursuz olacak bir ayrıntı bulurlar kendilerine.

Eğlenilerek, yenilip, içilerek geçirilen gecelerin sabahlarında aynaya bakıp kendi kendisine kızanlardan mısınız, bilemiyorum.

Bu tiplerin sayısı hiç az değildir.

"Niye öyle yaptım, niye öyle ulu orta konuştum, niye çıkıp şarkı söyledim, o kıza durduk yerde niye yazdım, kendisini de bir şey zannetti" gibisinden iç fısıltılar eşliğinde, kızgın gözlerle aynada kendisine bakanlardan söz ediyorum.

Bunun kökleri çok eskilere gidiyor arkadaşlar, dinler tarihine kadar uzanıyoruz!

İstisnasız tüm dinler için aynı şey geçerli.

Ve şimdi siz istediğiniz kadar "ben ateist oldum, bunları kafama takmıyorum artık" deyin, o peşinizden gelir.

Binlerce yıllık genetik mirası, iki kitap okudunuz diye silebileceğinizi mi zannediyorsunuz?

Zaten bildiğimiz gibi tek tanrılı dinler öncesinde de böyle çok eğlenceli geceler geçirmek mazur görülmezdi.

Seneca, zevkin sadece eğlence mekanlarında yuvalanan aşağılık kölelere layık bir duygu olduğuna inanırdı mesela.

Zevklerden ibaret bir mutluluğun asla kalıcı olamayacağını savunurdu.

Adamcağızın Neron'un akıl hocası olduğunu da söyleyeyim de ne kadar bahtsız olduğu iyice ortaya çıksın.

Sokrates ondan da 400 yıl önce arzularını giderip, mutlu olmak için yaşayan bir adamın dipsiz bir kuyuya düşmekte olduğundan söz eder.

"Hep daha fazlasını" isteyen birisinin mutlu olamayacağını söyler.

Aslında az ile yetinerek mutlu olmanın şarkısı da var, İzel söylüyor: Mutluluğun formülü çok açık: Bir sen, bir ben, bir de bebek!

Buradaki "bebek" sanıyorum "Bebek'te bir yalı" anlamında değil.

* * *

Ölümle burun buruna gelen insanlar hep aynı şeyi söylerler: Hayatları bir film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp gitmiş!

O filmde görünenler herhalde en mutlu anlar olmalı.

Peki sizce bunlar hangi gruptan "mutlu anlar" olabilir?

Çocuğunu kucağına aldığın ilk an mı, yeni satın aldığın bir otomobilin direksiyonuna geçtiğin ilk an mı?

Hayatının kadınını ilk öpüşün mü, terfi ettiğini ilk söyledikleri an mı?

Haruki Murakami'nin, Sahilde Kafka isimli romanında bir kütüphane görevlisi olan Oşima, romanın başkarakteri Kafka Tamura'ya şöyle diyordu: "Mutluluğun bir tek türü vardır ama mutsuzluk bin bir şekilde ve büyüklükte gelebilir."

Goethe'nin, Faust'unda da buna benzer bir söz vardı:

"Üzüntüler daima kılık değiştirerek insanın karşısına çıkıyor."

Mutsuzluk, bin bir türlü kılığa girip bizi bulabilir.

En mutlu olduğumuzu zannettiğimiz an, belki de mutsuzluk uçurumunun hemen kıyısında durduğumuz ve dengemizi yitirerek aşağıya düşmeye başlayacağımız andır.

Milli Piyango'da büyük ikramiye kazananların çoğunun, bunun verdiği ilk neşe geçtikten sonra hızla depresyona ve mutsuzluğa sürüklendiklerine ilişkin araştırma sonuçları var.

Bunun nedeninin "gerçeklik kaybı" olduğunu söylüyor psikologlar.

Yaşadığınız dünyadan koptuğunuz an, kendiniz olmaktan da uzaklaşıyorsunuz. Duygularınız karmaşıklaşıyor, ne istediğinizi bilemez hale geliyorsunuz.

Ve o zaman da hoş geldin mutsuzluk!

* * *

İnsanlar, arzularını kesinlikle ve tamamen tatmin edebilecekleri şeylerle sınırlamazlar.

Mesela Ayşe, sevgilisinin ona zamanlı zamansız bir buket çiçek almasından mutlu oluyor diyelim.

Oysa Ayşe'nin arzuları, istekleri bununla sınırlı değildir.

Sevgilisi olacak o sersem çocuk böyle olduğunu zannederse, "o kadar çiçek aldım hala mutlu edemedim" diye boşuna düşünür, yanıt bulamayınca bir de utanmadan kadınları suçlar: Kadınları anlamak ne mümkün!

Oysa kadınları anlamak niye zor olsun, bunlar burjuva aldatmacaları, kaptırmayın kendinizi!

İnsan, diğer canlılardan farklı olarak hayal gücüne sahiptir.

Kendisi ile ilgili gelecekler tasarlayabilir, sanki bu tasarladığı şey gerçekmiş gibi kendisini o tasarımın içine yerleştirebilir.

Hayalleri olmayan bir insan düşünülemez. Yaşıyorsa elbette!

Hobbes, arzuların ancak ölümle sonuçlanabileceğini söyler, tatmin edilen bir arzu, yeni bir şeye arzu duymak için başlangıçtan ibarettir.

Normal şartlar altında bir Doblo satın alabilse çok ama çok mutlu olabilecek bir kişinin, eline fırsat geçtiğinde Maybach'lardan inmemesinin, saraylara sığamamasının, hep en büyüğü istemesinin nedeni de budur.

Nereden çıktık, nereye geldik?

Dilim daha fazla uzamadan burada kesiyorum!