Mehmet Y. Yılmaz

29 Ağustos 2020

Çin porseleni kadar hassas: Aile değerlerimiz

Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki kitaplarda annelerimizi, vatanı ve medeniyeti öğrettikleri için seviyorduk. 1945'ten sonra ise evde hizmet edip, çorap yamadıkları ve yemek pişirdikleri için sevmeye başladık. Ebru Şahin-Cedi Osman ilişkisine de böyle geldik

İşten çıkardığı gazetecilere tazminatlarını hâlâ ödemeyen kadının sahibi olduğu gazetenin "sür manşetinde" Ebru Şahin'in bir fotoğrafı eşliğinde şu haber vardı:

"Bu yaz iki ödül bir cedi! Ebru Şahin, Pantene Altın Kelebek'te kazandığı iki ödül ve Cedi Osman ile yaşadığı aşk sayesinde bu yazın yıldızı oldu."

Asıl konuya birazdan gireceğim ama şu "iki ödül" meselesine takıldım.

Ebru Hanım, hem "yıldızı parlayanlar" hem de "en iyi kadın oyuncu" ödüllerini kazanmış, tebrik ederim.

Ancak ödül komitesini tebrik etmiyorum, çünkü bu ikisi bir arada olacak şey değildir.

Bir oyuncu "en iyi kadın oyuncu" ödülü kategorisinde yarışıp, ödülü de alabilecek çaptaysa, "yıldızı parlayanlar" kategorisinde yarıştırılmamalıdır.

Bu vesileyle efsanevi Hey! dergisinin yaratıcısı Doğan Şener'i de rahmetle andım.

Her yıl düzenledikleri yarışmada, jüri, neredeyse gitarının telleri ağarmış Doğan Canku'ya "yılın ümit veren şarkıcısı" ödülünü vermiş, başta Hıncal Uluç olmak üzere hepimizin dilinden yıllarca kurtulamamıştı.

* * *

Asıl konuya şimdi girebilirim: Bir kadının "yıldızlık" mertebesine erişmesi ile yaşadığı aşk arasında bir ilişki kurulabilir mi?

Cedi Osman yakışıklı çocuk tabii, eminim başka kızlar kıskanmışlardır Ebru Hanım'ı ama "yazın yıldızı" unvanını böyle kazanmayı istememiştir diye düşünmeden de edemedim.

Ne yani mesela adını kimsenin bilmediği birisine âşık olsaydı, bütün başarılarını çöpe atıp, "yazın yıldızı" unvanını başkasına mı verecektik?

Kadınları, birlikte oldukları erkeklerin toplum içindeki konumlarına ya da banka hesaplarının yüküne göre değerlendirmek, kusura bakmayın ama aşağılayıcı bir tutum.

Ancak bunun toplumumuzda yaygın olduğunu da kabul ediyorum.

Kadınlar küçüklüklerinden itibaren böyle yetiştiriliyorlar, bunu öğrenerek büyüyüp, âşık oluyorlar ya da evleniyorlar.

Çünkü çok küçüklüklerinden başlayarak onlara "kız çocuk gibi davranmalarını" öğretiyoruz, erkeklerden farklı ve "ikinci sınıf" olduklarını beyinlerine kazıyoruz, özgüvenlerini daha oluşmadan parçalıyoruz.

* * *

Mimar Sinan Üniversitesi'nden Prof. Dr. Firdevs Gümüşoğlu'nun, "Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet-1928'den Günümüze" isimli kitabı, Türkiye'deki kadın meselesinin örgün eğitimdeki köklerini gözler önüne seriyor. Gümüşoğlu, 1928 yılından bugüne kadar yayımlanan 1478 ders kitabını taramış.

Temel tespiti şu: Cumhuriyetin ilk yıllarında kadınların sistemli olarak toplumsal yaşamın her alanına yöneltilmeye çalışıldığı açıkça görülürken, bu durum 1945'ten itibaren değişmeye başlamış.

Bu tarihten sonra kadınlar için ders kitaplarında öngörülen yaşam alanı evin içiyle sınırlı. 1928-1945 dönemi ders kitaplarında bilgi, kadın ile erkeğin ortaklaşa paylaştığı bir olgu.

1945 yılından sonra ise ders kitaplarındaki bilgi veren annenin yerini, hizmet eden anne alıyor. 1945'ten önceki ders kitaplarında (özellikle alfabelerde) daha çok grup oyunlarına yer veriliyor, cinsiyet rollerine gönderme yapılmıyor.

1945 sonrasında ise kız çocuklarına uygun görülen oyun sadece evcilik oyunu.

Erkek çocuklar ise daha çok kitap okuyan, bilmece çözen, arabayla oynayan figürler olarak kitaplarda yer alıyor.

Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki kitaplarda anneler vatanı ve medeniyeti öğrettikleri için seviliyorlar, 1945'ten sonra ise evde hizmet edip, çorap yamadıkları ve yemek pişirdikleri için! Fen bilgisi kitaplarında 1945'ten sonra kız çocuklar tamamen dışlanıyorlar.

45 öncesindeki kitaplarda deney yaparken görülen kız çocukları birden kayboluyorlar. 1945'ten sonraki fen kitaplarındaki deneylerin neredeyse tümü erkek çocuklar tarafından yapılırken gösteriliyor. Bilinçaltı bir cinsel ayrımcılık ders kitaplarının tümüne sinmiş.

Kadın pazardan dönüyor, evdeki oğlan çocuğa "Ablan yerleri süpürdü mü?" diye soruyor.

Erkek, küçücük bir çocuk dahi olsa denetleyici – onaylayıcı rolde gösterilirken, kadın ev içi hizmetlerle sınırlandırılmış bir alanda faaliyet gösteriyor. Çamaşır günü düzenliyor, kız çocuklar çamaşır yıkamayı öğreniyor vs.

Mevsim değişikliklerinde dışarıda yapılması gereken her işi erkekler yaparken, soba kurmak, badana yapmak dışındaki tüm ev işleri kadınlarca yapılıyor.

1935'teki bir okuma kitabında şöyle bir bölüm var:

"Biz esnaf takımıyız, severiz işi
Çalışır yaşarız, erkekle dişi
Aramızda yoktur tembel bir kişi
Ulusun özüyüz biz, şansımız var."

Bu dörtlük 1952'deki ders kitabında şu hale gelmiş:

"Biz esnaf takımıyız, severiz işi
Çalışkan, gayretli birer er kişi…"

Cumhuriyet'i kuran kadrolar kadını ve erkeğiyle yepyeni bir ulus yaratma çabasına girmişlerdi.

Ardından gelenlerin sistematik bir biçimde kadını toplum dışına itme çabaları içinde oldukları, ders kitaplarındaki bu cinsiyetçi zihniyette de açıkça görülüyor.

İslamcıların, "toplumsal cinsiyet eşitliği" kavramından neden rahatsız olarak, İstanbul Sözleşmesi'ne kafalarını taktıklarını buradan da anlayabiliyoruz.

* * *

İslamcıların İstanbul Sözleşmesi ile ilgili takıntısı ortaya çıktığından beri en çok duyduğumuz kavramlardan biri de "Türk aile değerleri"!

"Sözleşme, Türk aile değerlerine aykırı" gibi konuşmalar duyuyor, yazılar okuyorum.

RTÜK de bir şeyi yasaklayacağı zaman bu kavramı kullanmayı seviyor.

Resmi Gazete'de yayımlanan 2016 programında da şöyle deniliyor:

"Görsel, işitsel ve sosyal medyanın haber, magazin, film ve benzeri tüm yapımlarının geleneksel aile değerlerimize uygun olmasına yönelik tedbirler alınacak; olumsuz yayınları caydıracak etkin düzenlemeler yapılacaktır."

"Caydırıcılık" sağlayacağız diye şimdilik kimse kırbaçlanmadı ama televizyon kanallarına filan ağır cezalar veriliyor.

RTÜK'ün uygulamalarına bakarsanız Türk aile değerleri, kolayca kırılabilecek bir Çin vazosu gibi.

Hassas bir bünyeye sahip. Filmlerde öpüşen bir çiftin aile değerlerimiz üzerinde yarattığı etki, benim laktoza gösterdiğim tepki gibi adeta.

Dizilerde öpüşmek, sevişmek yasak.

Çünkü biz Türkiye'de yaşayan insanlar, amipler gibi mitoz bölünme yöntemiyle soylarımızı devam ettirebiliyoruz.

Eşeyli üremeyi tercih eden mesela Almanlar filan, bizimki gibi sağlam bir "Alman aile değerleri sistemine" sahip değiller.

Alman aile değerlerini bozan şey, mesela çocuklarıyla birlikte hırsızlık yapmak olarak ortaya çıkıyor. Onu cezalandırıyorlar. Ama öpüşene, farklı cinsel yönelimlere itiraz etmiyorlar.

Hangisi daha doğru bilemedim ama sonuç olarak "ben bir Türküm; dinim, cinsim uludur; / sinem, özüm ateş ile doludur"!

* * *

Tabii "geleneksel aile değerlerimiz" konusunda açık bir tanıma sahip olmamamız da bir sorun.

"Kadının yeri evidir, çocuklarını büyütmekle ilgilenmelidir" de geleneksel aile değerlerinin bir parçası olabilir, "kadın eğitim görmeli ve toplumsal yaşamda üretken bir varlık olarak yer almalı" da geleneksel aile değeri olabilir.

Bazılarımız için birincisi önemliyken, diğerlerimiz için ikincisi önemlidir.

Halkımızın bir bölümü kızlarını 18 yaşına varmadan evlendirebiliyor ve koca koca adamlar bu küçücük kızlarla evlenebiliyor.

Benim durduğum yerden bakınca "pedofili" ve tecavüz olan şey, başkalarının durduğu yerden baktığınızda "yeni bir ailenin kuruluşu" olarak kutsanabiliyor.

Yani diyeceğim şu ki bu iş biraz karışık ve "aile değeri" gibi soyut kavramlar, toplumsal sınıflar için farklı olabileceği gibi, aynı sınıfsal küme içindeki insanlar arasında da farklılıklar gösterebilir.

Bunlardan birini seçip, beğenip, diğerlerine hâkim kılmaya çalışmak ise faşizmden başka bir şey değildir.

RTÜK gibi kuruluşların bu konularda söz söyleme hakkını kendilerinde görmeleri deyim yerindeyse halt etmekten başka bir şey değildir.

İnsanlar çocuklarını istedikleri gibi yetiştirirler. Çocukları için zararlı olduğunu düşündükleri içerikleri izlettirmezler mesela. Tabii kendileri de izlemez. Demokrasilerde her derde çözüm böyle bulunur, isteyen izler, istemeyen izlemez. Her kanal kendi izleyicisine göre içerik üretir, sorun böylece çözülür.

* * *

Ebru Şahin haberinden yola çıktık, geldiğimiz yer neresi oldu?

O başlığı atanlar kuşkusuz ki kadınlar ile erkeklerin eşit olduklarına inanıyorlardır.

Ama küçüklükten beri bilinçaltlarına yerleştirilen bilgi bu olunca, Ebru Hanım'ın "Cedi Osman ile yaşadığı aşk sayesinde yazın yıldızı olması" kaçınılmaz oluyor.

İstanbul Sözleşmesi'ne karşı çıkanlar da zaten bu bilinçle karşı çıkıyorlar.

İstiyorlar ki kadın evinde otursun, kendisine tarif edilen "iyi eş-iyi anne" rollerini oynasın, elinin hamuruyla erkek işine karışmasın!