Geçenlerde havanın çok güzel olduğu bir pazar öğleden sonra Yalıkavak sahilindeki uzun bir yürüyüşün ardından marinaya gelmeden hemen önceki parkta biraz oturdum.
Lacivert deniz, çok hafif bir esinti, parkta koşuşturan çocukların mutlu çığlıklarının yarattığı muazzam melodi... Bir insan daha ne ister zaten?
Ortama ayak uydurunca gökyüzünden yere indim tabii.
Dikkat ettim, anneler ve babalar küçücük çocukları sürekli azarlıyorlar: Yapma, etme, bırak, tutma, alma vs.
Çocuk olmadığıma ve o insanların da anam – babam olmadıklarına ne kadar mutlu oldum, bilemezsiniz.
En sık tekrarladıkları uyarı da “koşma!”
Çocuk bu yahu, parkta kış ortasında güzel bir havayı bulunca niye koşmasın?
Çocuk koşan bir canlı türüdür.
Yürümediğim zaman kendimi suçlu hissettiğim için gittiğim her yerde parklara mutlaka giderim.
Başka yerde çocukların bu tür bir uyarı ile karşılaştıklarını hiç duymadım.
Sonra aklıma geldi, bazı davranış kalıplarımız dünyanın başka yerlerindeki insanlardan çok farklı.
“Öteki” kelimesi ırkçı anlamlar içeriyor ama kelimenin içini bu ırkçı anlamından arındırırsak biz gerçekten “öteki” olabiliriz.
Buyurun bu hafta sonu biraz kendimizle dalga geçelim, gülelim, eğlenelim.
***
Girişler yan kapıdan!
Adliye sarayı, devlet hastanesi gibi vatandaşın günlük hizmet ihtiyacına yanıt veren binaların devasa ölçekte olmalarına özel önem veriyorlar.
Tabii bu projeleri çizen mimarlar da binanın azametine uygun büyüklükte giriş kapıları çiziyorlar. Ne de olsa okumuş çocuklar, neyin nasıl olması gerektiğini biliyorlar.
Ama bu ana kapıların kullanıldığına bugüne kadar tanık olmadım.
O devasa cam kapıda bir A4 kağıt asılıdır, üzerinde “girişler yan kapıdan” yazar.
Ve o koca binalara küçücük bir alüminyum yan kapıdan girer, çıkarız.
Bakanlıklar, Vilayet Konakları vs. de böyledir. Ana kapıyı kullanmak sadece bakana ya da valiye özeldir.
Vatandaşa yolu küçük bir kağıt parçası ya da görevli memur gösterir: Girişler yan kapıdan!
Flaşörü yakana yılan bile dokunmaz!
Otomobillerin sinyal lambalarının dördünün birden aynı anda yanabilmesini sağlayan düğmeyi kim icat etti, bunu nereden akıl edip de otomobillerin içine koydu, bilemiyorum.
Her icat, bir ihtiyaçtan kaynaklandığına göre bu da öyle olmalı.
Ama gelin görün ki bizim memleketimizde bu “dörtlüler” her türlü trafik yasağının sonu demektir.
Bunları yakarsanız, dönülmeyecek kavşaktan dönebilirsiniz. Yoğun bir trafikte şeridin birini “bir şey alıp geleceğim” diye tıkamanızı da bu dörtlüleri yakmak sağlar.
Ayrıca tünel geçişlerinde ve sisli havalarda bunları yakmak kendinizi güvende hissetmenizi sağlar.
Yeter ki gerçekten durmak zorunda kaldığınız için bunları yakmış olmayın. Böyle yaparsanız sizin “gitmekte olduğunuzu” düşünecek arkadan gelenlerden en az birisinin çarpmasına hazır olun.
Brezilya dizisi gibi ülke
Deja-vu, an itibariyle yaşanan bir olayın, daha önce aynı yerde, aynı şekilde yaşandığı duygusuna kapılmak diye tanımlanıyor.
Sanıyorum bu ülkede en çok yaşadığımız duygu bu olmalı.
Politika deseniz her şey sanki bitmek tükenmek bilmez bir döngü içinde tekrarlanıyor gibi.
Mesela ilk gençlik yıllarımda bu işlere kafa yormaya başladığımdan beri Türkiye hep bir tehlike altında.
Siyasi aktörler değişiyor, milli birlik ve beraberliğe ihtiyacımız hiç bitmiyor. Hatta bu ihtiyacımız hep “bugüne kadar olandan çok daha fazla olması gereken” bir durum.
Günün birinde imkân olsa da mesela uzaya gitseniz ve elli yıl sonra geri ışınlansanız her şeye kaldığınız yerden devam edebilirmişsiniz gibi gelmiyor mu size de.
“Bizim bizden başka dostumuz yok” ama öyle görünüyor ki zaten bizim bizden başka düşmana da ihtiyacımız yok, o ihtiyacı da kendi kendimize karşılıyor gibiyiz.
Memlekette hiç mi iyi bir şey olmuyor?
Cennet vatanımızda birisini ya da bir durumu eleştirmek birçok şeyi göze almakla mümkün.
Dayaktan tutun da hapse tıkılmaya kadar değişik boyutlarda şiddet görebilirsiniz.
En hafifi ve en yaygını da bu soruyla karşılaşmaktır: Memlekette hiç mi iyi bir şey olmuyor?
Olmaz mı, oluyordur elbette ama bu yapılan eleştirinin yanıtı ya da savunması olabilir mi?
Bunun tamamlayıcısı “memlekette iyi şeyler de oluyor” sendromudur.
Mesela ekonomik krizin tavan yaptığı günlerde gazetelere plajda güneşlenen turist fotoğrafı basıp, “oteller doldu” haberi yayınlamak bunun bir örneğidir.
Ya da adını ilk kez duyduğunuz bir CEO’nun, Türkiye’nin yatırım yapmak için en ideal ülke olduğunu anlatan bir söyleşi de aynı işi görür tabii.
Seçime bağlı keşifler
Her seçimden önce Türkiye’de doğal gaz, petrol, altın gibi madenlerin bulunuvermesi de dünya metalürji ve maden mühendisliği literatürüne geçecek bir katkımızdır.
Bu seçimden önce de yine doğal gaz bulundu, gazetelerde okumuşsunuzdur.
2004 seçiminden önce de Eskişehir’de milyar tonluk kömür rezervi bulunmuştu.
2007 genel seçimi öncesinde en çok bulunan maden doğal gaz idi.
2009’da ülkenin dört bir yanından petrol fışkırıyordu.
Referandum öncesinde bulunan ise muazzam bir altın madeniydi.
Türkler duruyor, duruyor ve tam seçimlere iki ay kala yüzlerce yıldır üzerinde oturduklarını fark etmedikleri madenleri buluveriyorlar.
İster inanın, ister inanmayın, böyle!