Mehmet Tezkan

22 Eylül 2020

Tatlı sert otokrasinin ayak sesleri

Otokrasi düzeninin olmazsa olmazı budur; karşısındakini korkut, tehdit et, sustur, ses çıkaramaz hâle getir, toplum senin gibi düşünmese de konuşamasın, eleştiremesin, karşı çıkamasın; yeter

Geçen hafta iki önemli gelişme oldu. İçişleri Bakanı Anayasa Mahkemesi’ne, MHP Genel Bakanı da Türk Tabipleri Birliğine, aynı üslupla, aynı dille, aynı tonla tepki gösterdi.

İkisinin sözleri de tehdit doluydu, düşündürücüydü, ürkütücüydü.

Tatlı sert otokrasinin ayak sesleriydi denebilir.

İçişleri Bakanı’yla başlayalım.

Anayasa Mahkemesi yasada ki "şehirlerarası kara yollarında gösteri yürüyüşü düzenlenemez" hükmünü iptal etti. Bu karar üzerine İçişleri Bakanı Süleyman Soylu köpürdü. Verdi veriştirdi desem yeridir.

Dedi ki; " Madem ki bu kararı verdiniz, polis korumasına gerek yok, bisikletinle işe hadi git bakalım. Niye polis koruması alıyorsun?"

Bu çıkış, bu tepki farklı algılandı. Kimi tehdit olarak algıladı, kimi yürütmenin atanmış bir görevlisinin yüce makama fırça atması şeklinde yorumladı, kimi devlet yöneticisinin haddini aşan beyanı olduğunu söyledi.

Ama "İçişleri Bakanı doğru yaptı, lafı gediğine oturttu, Anayasa Mahkemesi hak etti" diyen olmadı. Oldu da üzerinde durulacak kadar değildi. En azından siyaset dünyasından destek çıkmadı.

En azından bu da hayırlara vesile bir gelişme!

Peki Bakan’ın bu sözlerini nasıl yorumlamalıyız?

Kimi şöyle yorumladı kimi böyle dedim ya, aslında tümü. Aslında mesele rejim sorunu.

İçişleri Bakanı Anayasa Mahkemesi Başkanı’na fırça atma, devlet katilleriyle işbirliği yapmakla yaftalama cesareti buluyorsa...

Anayasa Mahkemesi Başkanı veya kurum olarak tepki gösteremiyorsa...

O ülkedeki rejimin adı otokrasidir.

Daha da ötesi, Anayasa Mahkemesi’ni savunanları İçişleri Bakanı devlet katili olarak tanımladı. Anayasa Mahkemesi’ni de devlet katilleriyle işbirliği yapmakla itham etti.

Yine ses soluk yok.

İkinci konuya geçelim.

Rejimin karakterini anlatan ikinci olayın başrolünde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli var. Pandemi ile mücadele eden sağlık personeline sahip çıkan, "Suçu vatandaşa yükü hekimlere ve sağlık çalışanlarına yıkanların tarihsel sorumluluğu her gün hatırlamaya devam edeceğiz" diyen Türk Tabipleri Birliği'ne verdi, veriştirdi.

Doktorların, hemşirelerin, sağlık personelinin siyah kurdele takmasına öfkelendi.

"Bu teşebbüs zehirli ve zillet komplodur" dedi.

TTB’nin derhal kapatılmasını, yöneticilerine adli işlem yapılmasını istedi.

Daha da ileri gitti; "Rezaletin, hıyanetin ve Türkiye husumetinin kara sayfası kapatılmalıdır. Artık Türk Tabipleri Birliği’ne sabır ve tahammül gösterilmesi imkansızdır" diyerek noktayı koydu.

Bu iki gelişme ülkenin durumunu, rejimin karakterini net biçimde anlatıyor.

İktidar üyeleri veya ortakları "bu ülke bizim" havasına girmiş, ya sev ya terk et ruh halindeler. Yaptıklarına karşı çıkan herkesi vatan hainliğiyle damgalamaktan çekinmiyorlar.

Suçlandıkları, itham ettikleri, sivil toplum kuruluşu da olabilir, yüksek mahkeme de olabilir, o mahkemenin başkanı da olabilir, gazeteci/ yazar da olabilir, muhalefet partisi genel başkanı da olabilir, kulüp/dernek yöneticisi de olabilir...

Önemli değil.

Hedef; biat etmeyen, itaat etmeyen, eleştiren, farklı söyleyen herkes!

Otokrasi düzeninin olmazsa olmazı budur; karşısındakini korkut, tehdit et, sustur, ses çıkaramaz hâle getir. Toplum senin gibi düşünmese de konuşamasın, eleştiremesin, karşı çıkamasın; yeter.

Batı’da, dünyada örneği olmayan bugünkü rejimimiz (Cumhurbaşkanlığı hükümet Sistemi) ılımlı otokrasi olarak tanımlıyorlar. Bundan dört ay önce yazdığım bir yazıda bir adım öteye gittim tatlı sert otokrasi geliyor dedim.

Galiba geldi. Ayak seslerini duyduk.

Ekonomi dibe vurdukça, dolar başını alıp gittikçe, işsizlik dayanılmaz boyutlara ulaştıkça, hayat pahalılığı kontrol altından çıktıkça, iktidar altındaki zeminin kaydığını gördükçe, seçmen desteğini yetirdiğini anladıkça; korkarım daha da sertleşecek.

Dilerim, tatlı sert otokrasiyi bile arar hâle gelmeyiz.