Geçen hafta Avrupa'daki göçmen sayılarının suç oranlarına olan etkisini ve sağ partilere artan destek ile bağlantısını ele almıştım.
Yazı yayımlandığında Avrupa Parlamento seçimleri sona eriyordu. Ve Kıta Avrupa'sında "aşırı sağ" partilerin aldığı oy oranı Avrupa'nın ana konusu haline gelmişti.
Seçimlerden beri hâlâ Avrupa'nın her başkentinde (ve Türkiye'de) bu akımın etkileri konuşuluyor.
Batıdaki ana medya kanallarına göre sonuçlardan sonra 20. yüzyılın en sert diktatörlükleri ile neredeyse birebir kıyaslanabilecek bir Avrupa oluştu.
Elbette abartılı bir üslup kullanıyorum ama buna benzer bir ton ile konuşulduğu bir gerçek.
Seçim sonuçları kuşkusuz Avrupa'nın sağa kaydığını gösteriyor.
(Asıl hikâye, özellikle genç nüfusun yerleşik siyasi partilerden ümitlerini yitirip gerek sol gerek sağda "aşırı" farklı çözümler arıyor olmaları. Ayrıca, ilginç bir şekilde, "aşırı sol" terimini ana medya kanallarında kullanan yok. Fakat konumuz bu değil.)
Ama bu sağ oluşum gerçekten 1922 İtalya'sı veya 1933 Almanya'sı ile kıyaslanabilecek bir dalga mı?
Hatta, gerçek anlamda bir "aşırı sağ" oluşumu var mı?
Bir zamanlar "aşırı sağ" denildiğinde akla ırkçılık, soykırım, paramiliter hareketler gelirdi.
2000'lerin başlarında Yunanistan'da "Altın Şafak" ve Macaristan'da Jobbik ortaya çıktıklarında, bu tarz sonuçlara yol açabilecek tohumları görmek zor değildi.
Fakat yeni bir Avrupa'dayız.
Alman halkı İkinci Dünya Savaşı'ndan beri sağ akımlara karşı o kadar hassas ki, "geçmişle yüzleşme mücadelesi" anlamına gelen "Vergangenheitsbewaltigung" kelimesi dillerinde yaygın.
AfD (Almanya için Alternatif) partisi sağ akımlardan bu denli çekinen Alman halkında büyük destek bulabilmek için söylemlerini büyük çapta değiştirdi.
Hollanda'da Geert Wilders'in açıkça İslam ve göç karşıtı Özgürlük Partisi yeni hükümeti bir araya getiren yapıştırıcı oldu.
Fransa'da Cezayir asıllı Eric Zemmour'un Reconquête (Yeniden Kazanma) ve Marie Le Pen'in Ulusal Birlik partileri, Polonya'da Konfederasyon İttifakı, İsveç Demokratları, İspanya'da Vox (Ses), Avusturya'da Özgürlük Partisi artık siyasi olarak önemli aktörler ve hepsi çok daha temkinli ve dikkatli bir şekilde imajlarını değiştirmekteler.
Macaristan'da Başbakan Orban'ın Fidesz Partisi, uzun süredir hükümeti oluşturmakta ama "aşırı sağ" olarak nitelendiriliyor.
İtalya'da Giorgia Meloni Başbakan seçildiğinde ana medya kanallarında faşizmin ülkeye geri geldiği deklare edilmişti. Fakat politikalarının merkez sağ olup olmadığı bile tartışılabilinir.
İngiltere'de Temmuz'da gerçekleşecek seçimlerde bazı anketlere göre muhafazakârların önünde olan "Reform" partisi de aşırı sağ olmakla suçlandı.
Bu partilerin üyeleri ve destekçileri arasında elbette geçmişi lekeli veya bugün hala aşırı pozisyonlara sahip bireyler bulmak mümkün.
Partilerin bazıları gerçekten ırkçı ve aşırı sağcı.
Bazıları ise oldukça ılımlı.
Fakat hepsi 20 yıl önce hayal edilemeyecek bir şekilde ana siyasi akımın parçalarını oluştuyorlar.
Desteklerini arttırabilmeleri için profillerini değiştirmeleri gerekti.
Ayrıca birbirlerinden oldukça farklılar.
Avrupa Parlamentosunda "Muhafazakârlar ve Reformcular" ve "Kimlik ve Demokrasi" grupları altında iki ayrı bloğa bölünmüş durumdalar. Ayrıca AfD 15 parlamenter ile ve Fidesz 10 parlamenter ile herhangi bir grubun parçası değil.
Marie Le Pen geçen yıl "Meloni" benim ikizim değildir, diyerek aralarına mesafe koymuştu.
Ayrıca geçtiğimiz günlerde AfD partisinin liderlerinden biri Nazi üyeliğinin bazı şartlar altında mazereti olduğunu ima edince, Le Pen AfD'yi ittifaklarından attı.
Öbür yandan İngiltere'de Reform Partisi'nin lideri Nigel Farage, 2014 yılında ırkçılığını sebep göstererek Marie Le Pen ile ittifak olmayı red etmişti.
Bu partiler arasında Avrupa'nın Ukrayna politikası, ekonomi, vergilendirme, iklim politikaları gibi birçok konuda derin farklılıklar var.
Hepsinin buluştuğu tek nokta Avrupa'daki göçmen sayısını azaltmak istekleri... (Ki göçmenler ile ilgili söylemleri ise seçim dönemi oy kazanmak isteyen merkez partilerinden çok da farklı değil.)
Fakat bunda bile farklılıklar var.
Meloni İtalya ve Yunanistan'da gelen göçmenlerin, Avrupa Birliğini ülkeleri arasında paylaşılması fikrini öne sürdüğünde, karşısında Macaristan Başbakanı Viktor Orban'ı buldu.
Farklılıklarına rağmen bu partilerin hepsi aynı "aşırı sağcı" damgası ile değerlendiriliyor.
Bu da öngörülebilinecek bir sonuca yol açıyor, "aşırı" kelimesi tüm anlamını yitirmiş durumda.
Göç ve ekonomi Avrupa'da temel sorun olmaya devam ettiği sürece, (ve yakın zamanda iki sorunun da çözülmesi zor) bu partilerin mesajları ülkelerinde ses getirmeye devam edecektir.
Batı'daki yerleşik siyasi kültür bu partileri doğru tahlil etmedikçe, aldıkları desteğin kesilmesi zor görünüyor.
Bizim için ilginç olan, bu yeni gelişen siyasi dengelerde Türkiye'nin, Avrupa ile ilişkisinde daha avantajlı konumlanması ve yeni ittifaklar kurulması için fırsatlar olup olmadığıdır.
Mehmet Önal Kimdir? Mehmet Önal İstanbul'da doğdu. Hukuk lisans ve yüksek lisans tahsilinden sonra İngiliz Parlamentosu ve Atlantik Konseyi'nde çalıştı. İzleyen dönemde enerji sektöründe çalışmaya başladı. Ticari görevlerden sonra enerji dönüşümü ve iklim değişikliği kamu politikaları üzerine uzmanlaştı. Avrupa Birliğini'nin teknik iklim değişikliği danışman organı olan Sıfır Emisyon Platformu'nda ve İngiltere'de Karbon Yakalama ve Depolama Derneği'nde görev aldı. İklim değişikliği temalarında Avrupa'da, Orta Doğu'da ve Asya'da birçok devletin yürüttüğü çalışmalara katıldı. Profesyonel olarak kamu politikaları ve siyasi gelecekler üzerine senaryo çalışmalarında yer alıyor, büyük toplumsal gelişmeler, sosyolojik değişimler, insanlık için varoluşsal tehdit oluşturan etkenler ve küresel jeopolitik konular üzerine kafa yoruyor. Enerji sektörü profesyoneli olarak Londra ve İstanbul'da yaşıyor. |