Maya Arakon

06 Nisan 2012

Öteki olmanın dayanılmaz ağırlığı

\"Öteki olmak\" dilimize son onbeş-yirmi yılda yerleşmiş göreceli olarak yeni bir sosyo-politik kavram...

 

“Öteki olmak” dilimize son onbeş-yirmi yılda yerleşmiş göreceli olarak yeni bir sosyo-politik kavram. Farklılıkla ortaya çıkan ve içinde “başkalık”ı barındıran bir kavram. Kendinden farklı olanla yaşayabilme kültürünü anlatıyor çok kısaca söylersek. Bu bağlamda herkes, hatta devletler bile diğerlerinin “öteki”si olabiliyor. Misal, Avrupa için Türkiye farklı dini ve kültürü sebebiyle uzun yıllar “öteki” olarak kabul edildi. Türkiye’den Avrupa’ya giden insanlar genelde “yabancı” olarak algılandı; bunun içinde “yabani” kısmı da vardı. Bu iki kelime, yani “yabancı” ve “yabani” içinde gizli bir tehdit barındıran kelimelerdir, bilinmeyen biri her zaman kuşku uyandırır, o yüzden de Roma İmparatorluğu döneminde Doğu’dan gelen akınları yapan halklara, konuştukları dili anlamadıkları için Romalılar “Barbar” demiştir, yani “bizden olmayan, bizimle aynı dili konuşmayan”. Barbar kelimesi de daha sonra içinde “az gelişmiş, yabani, yabancı” anlamlarını da barındıran bir algıya dönüşmüştür. 
 
Eğer demokratik standartların evrensel seviyeye çıktığı bir ülkede yaşıyorsanız “öteki” olmak size kanunlarla belirlenen bir takım haklar tanıyacağı için pek de sorun olmayacaktır. Ancak Türkiye gibi henüz demokratikleşme sürecini tamamlayamamış ve demokrasiyi sadece beş senede bir sandığa gidip oy vermekten ibaret sanan bir algıya sahipseniz, o zaman “öteki” olarak yaşamanın önünde birçok engelle karşılaşırsınız. 
 
Gene de en kötüsü insanların “öteki”si olmak değildir. En kötüsü Devlet’in “öteki” olarak algıladığı bireyler olmanızdır. Çünkü Devlet sizi “öteki” olarak algılarsa bunun içine “yabancı” girer, “tehlike” girer, hatta bir noktada sonra “tehdit” de girer, girmiştir. 
 
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu tarihten bu yana Devlet dönem dönem kendine hep “öteki”ler belirlemiş, onları tehdit olarak algılayarak bertaraf edilmesi zaruri unsurlar olarak görmüştür. Kuruluşun hemen öncesinde gerekli birliği sağlamak amacıyla yardımı ve desteği istenen dindarlar ve Kürtler, kuruluşun ardından gelen dönemde hızla tehdit olarak algılanıp devlet mekanizmasının dışında bırakılmaya, mümkünse görünmez kılınmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda paralel tarihlerde Devlet dindarları, Kürtleri ve Gayrimüslimleri “tehdit” görüp ötekileştirmiştir. Dindarlar, kurulan yeni Cumhuriyet’in hikmeti kendinden menkul laiklik anlayışına ters düştükleri için hasıraltı edilmiştir. O laiklik anlayışıdır ki aslında Devletin bütün dinlere eşit mesafede durması ve din işlerini dindarların kendilerine bırakması gerekirken, bir anda “A la Turca” bir modele dönüşüp, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun kurulmasına yol açmıştır. Devlet’in dini Sünni Hanefi Müslüman olarak kurgulanmış, bu kurgunun dışında kalan bütün unsurlar, Aleviler, Şiiler, Gayrimüslimler ve inançsızlar, Sünni Hanefi Müslüman bu Devlet’in çizgisine boyun eğmek zorunda bırakılmıştır. Kurucu zihniyeti militer olan bir Devlet’in dine bakışı da erken dönemde şekillenmiş, Müslümanlar için iki türlü din olgusu ortaya koyulmuştur. Bunlardan birincisi yeni Cumhuriyet için tehdit oluşturan “kötü dinciler”, yani saltanatın ve halifeliğin devamını talep eden ve yeni sisteme ayak uyduramayan, ikincisi ise (dine bağlılığı bu topraklardan söküp atamayacağını fark eden uyanık asker yöneticiler eliyle getirilen) başı açık, ilerici, çağdaş ama aynı zamanda dini inançları da olan “iyi dinciler”dir. Türkiye çok uzun yıllar bu iki tasniflemeye kurban verilen bir bakış açısıyla dindarların ezildiği ve sindirildiği bir süreç yaşamıştır. Diğer bir deyişle dini aidiyetin de ulusallaştırılmasına uğraşılmıştır. 
 
Aynı sindirme ve hatta yok etme süreci, işkenceye varan boyutlarda Gayrimüslimlere de uygulanmıştır. Olası bir savaşta düşmanla işbirliği yapacağına inanılan Müslüman olmayanlar hiçbir zaman “gerçek vatandaş” olarak kabul edilmemiş, Ermenileri yok eden İttihatçı kadronun bıraktığı yerden devam eden yeni Devlet tarafından her zaman tehdit olarak algılanmıştır. Daha Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllardan itibaren önce Rumlar mübadeleye tâbi tutularak yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan sökülüp atılmış, ardından İkinci Dünya Savaşı öncesi yükselen faşist akımlara uyum sağlanarak her türlü baskı ve sindirme politikasına maruz bırakılmışlardır. 1920’lerde başlayan “azınlıkları tasnif ederek ülkeyi tamamen Türkleştirme” politikası 1964’e kadar devam etmiş, ülkedeki gayrimüslim sayısı, yüzbinlerden binlere düştüğünde ancak Devlet Yahudi, Ermeni ve Rum azınlıklarını tehdit olarak görmez hale gelebilmiştir. Bu süreçte yaşanan Vatandaş Türkçe Konuş kampanyaları, Varlık Vergisi, gayrimüslimlerin çalışma kamplarında toplanması, 6-7 Eylül 1955 öncesi ve sonrasında ekonomide de Türkleştirmeye gidilerek mallarının mülklerinin ve en önemlisi sermayelerinin de ellerinden alınarak Devletleştirilmesi, 6-7 Eylül olaylarında işyerlerinin, ibadethanelerinin ve evlerinin yağmalanarak kadınlara tecavüz edilmesi vs’nin detaylarına girmiyorum bile. 
 
Aynı tür bir zulüm politikasından Kürtler de payını almıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında kendilerine bizzat Mustafa Kemal tarafından özerklik vaat edilmiş ve 1920 tarihli Birinci Meclis’te “Kürdistan Vekili” olarak yer almış olmalarına rağmen (Bknz. 1921 tarihli TBMM tutanakları), kuruluş sonrasında bütün vaatler unutularak Kürtler de “öteki” olarak algılanmış ve tehdit unsurları arasındaki yerlerini almışlardır. Kürtlerin bu tarihten itibaren maruz kaldığı zulümler de gayrimüslimler ve dindarlarınkine benzer: Varlıkları her zaman bastırılmış, hatta uzun bir dönem inkâr edilmiş bir halk olarak yüzyıllardır yaşadıkları topraklarda bir anda kendilerini “öteki” olarak bulmuş ve hak talep ettiklerinde de “vatan haini” ilan edilmişlerdir.
 
Devletin ideolojik aygıtları da bu üç “tehdit” unsuruna karşı milliyetçi-tek tipçi algıyı sonuna kadar pompalamış, hakkını aramak için ağzını açan her gayrimüslim “vatan haini”, her dindar “şeriatçı”, her Kürt de “bölücü terör örgütü üyesi” ilan edilmiştir. Bu algı çerçevesinde dönem dönem Türkiye siyasi ve sosyal arenası “Türk-Gayrimüslim” “Türk-Kürt” (bütün iddiaların aksine işte buradan da aslında “Türk”lüğün bir ırk olarak algılandığı anlaşılmaktadır), ve “İslamcı-Laikçi” olarak yapay bölünmelere maruz bırakılmıştır. Özellikle dindarların karşısına çıkarılan ve başını örten kadınları gördüğünde vampir görmüş gibi tepki veren kesimi “laik” olarak adlandırmak mümkün olmadığı için onlara “laikçi” demenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Çünkü 1) toplumlar laik olmaz ancak seküler olur, laik olan Devlet sistemleridir ve 2) gerçekten seküler bir toplumda dini inanışı gereği başını örten bir insan, doğal toplumsallaşmanın doğal bir parçasıdır.
 
Türkiye’de yaşamak, eşit vatandaşlık hakkı elde etmek zordur. Bu topraklarda “öteki” olmanın dayanılmaz bir ağırlığı vardır. İşte tam da bu yüzden, Devlet zulmüne uğramış bu kesimlerin birbirine destek olması gerekirken, kendilerini soyutlanmış, sadece kendi sorunlarına odaklanmış bir konuma çekmelerini anlamakta zorlanıyorum. Geçtiğimiz günlerde Müslüman aydınların Hrant Dink davası hakkında yayınladıkları destek bildirisini bu yüzden çok önemsiyorum. Aynı şekilde Müslüman aydınların Kürt sorununa da müdahil olmaları gerektiğine inanıyorum. Devletten eşit vatandaşlık ve istedikleri dini özgürlük için gerçek laiklik talep etmeleri gerekirken, eğitim sistemine getirilen birtakım yapay yeniliklerle yetinmelerine anlam veremiyorum. Eski Türk filmlerinde kardeş olduğunu bilmeyen iki jön birbirini öldürmek üzereyken ortaya çıkan yaşlı bilge gibi bazen bütün bu ezilen cenaha “Durun! Siz kardeşsiniz!” diye bağırmak geliyor içimden! Ya da daha iyisi: “Türkiye’nin bütün ötekileri! Birleşin!”.