Son zamanlarda İstanbul kamuoyunu kenardan köşeden de olsa meşgul eden tartışmaların başında hiç kuşkusuz İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından Şehir Tiyatroları yönetiminde yapılan değişiklik geliyor. Herhalde şimdiye kadar duymayan kalmamıştır ama bir kez daha tekrar edelim: Belediyenin Görev ve Çalışma Yönetmeliği’nde yaptığı değişikliğe göre bundan böyle Şehir Tiyatrolarında repertuar belirleme yetkisi ve Şehir Tiyatrolarının yönetimi sanatçılar ve genel sanat yönetmeninden alınarak Belediye’nin memurlarına devrediliyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, bu uygulamanın daha demokratik olacağını ileri sürüyor. Fakat yönetimde söz sahibi olan memurların sanatla ve tiyatroyla en ufak bir ilgilerinin dahi olmaması, örneğin önceden Hal Müdürü olan memurun bile bu göreve atanabilecek olması, başta tiyatro sanatçıları olmak üzere bütün sanat camiasını ayağa kaldırdı. Sonuç olarak Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu ve Kadir Topbaş’ın sanat danışmanı Kenan Işık da dahil olmak üzere birçok sanatçı görevinden istifa etti, geri kalanlar da bu kararı protesto etmek için 24 Nisan sabahı Taksim’de büyük bir gösteri düzenlediler.
Şehir Tiyatrolarını İstanbul Belediyesi’nin kontrolü altına sokacak olan bu uygulamanın zamanlaması, tam da “muhafazakâr sanat istiyoruz” diyen kesimin sesinin yükseldiği zamana denk gelmesi açısından oldukça mânidar. Her zaman olduğu gibi bu konuda da kamuoyu ikiye bölünmüş durumda. Kimi tiyatro severler sanatçıları destekleyip sanatın özgür olması gerektiği görüşünü savunurken, kimileri de İstanbul Belediyesi tarafından finanse edilen bir kurumun karar mekanizmasının da “elbette” Belediye’ye ait olması gerektiğini ileri sürüyor. Bir kısım “tiyatro-sevmez” ise Şehir Tiyatrolarının tamamen kapatılmasını, “ödedikleri vergilerle daha faydalı işler yapılmasını” istiyor.
Ben sanatçı değilim, dolayısıyla da bu olaya sanatçı gözüyle değil, siyasal ve toplumsal analiz penceresinden yaklaşıyorum. Bu yüzden de yukarıda sıraladığım argümanlara bazı karşı-argümanlarla cevap vermek gerektiğini düşünüyorum.
Öncelikle, bu olayda da bir kez daha ortaya çıktı ki, içinde yaşadığımız kapitalist dünyada neoliberal politikaları dibine kadar içselleştirmiş bir topluma dönüşmüşüz ve her şeyin bedeli ne yazık ki parayla ölçülür olmuş. Oysa bazı şeylerin bedeli paradan çok daha büyük ve önemlidir. Misal, para kazanmak için bulduğunuz her boş araziye park, spor alanı, halk kütüphanesi ya da sosyal tesis yapmak yerine bilmem kaç katlı alışveriş merkezleri dikerseniz, sonunda bütün hayatı tüketimden ibaret küçük beyinli ve muhtemelen ağaçsızlık ve doğal ortam eksikliğiyle büyüdüğü için genç yaşında ölümcül hastalıklarla göçüp gidecek olan asosyal nesiller yetiştirirsiniz. Bu neslin “Dinine ve Kinine sadık” olmasını sağlamak bile toplumu kurtarmaz!
İkincisi, sanat ve bilim alanlarında “parayı veren düdüğü çalmaz”. Bu alanlarda finansmanı sağlamanın temel amacı, toplumsal ve bilimsel gelişime katkıda bulunmak ve içinde yaşadığınız çağı yakalamaktır. “Parayı veren düdüğü çalar” zihniyetindeki kişiler sanırım altın çağını Rönesans’ta yaşayan ama kökleri ta Roma İmparatorluğu dönemine kadar giden ve adını da Caius Cilnius Maecenas’tan alan “Mesenlik” sistemini hiç duymamışlar. Rönesans’ta Mesenler toplumun varlıklı insanları olarak özellikle ressamları ve diğer sanat erbabını himayesine alır, onların serbestçe sanatlarını yapmalarının yolunu açardı. Böylece eser satarak geçinemeyen sanatçılar da para sıkıntısını düşünmeden özgürce çalışmaya devam eder, bu durum parayı veren Mesenler için toplumda bir itibar ve saygınlık vesilesi olurdu. Mesenlik kurumunun gelişmesiyle sanatın hamiliğini yapan çağdaş kurumlar da bugün dünyanın pek çok ülkesinde getirisi paradan ziyade prestij olan bu uygulamaya devam etmektedir. Bunun dışında birçok çağdaş ülkede devlet kurumları sanatı desteklemekte, vergilerin önemli bir kısmı kültür bakanlıkları aracılığıyla sahne sanatları ve sinema sektörlerine aktarılmaktadır.
“Ödedikleri vergilerle tiyatro yerine ‘daha faydalı işler’ yapılmasını” isteyenlerin “daha faydalı”dan ne kastettiklerini bilmiyorum ama soyut faydaların değil (zira tiyatro ve sanat tamamen soyut faydalar üretir: mutluluk, eğlence, haz, keyif, kültür edinmek gibi) park, AVM, spor sahası benzeri somut faydaların kastedildiğini zannediyorum. Bu kesimin tiyatroya gitmemekten bir eksiklik duymayacakları ortada. Zaten 26 Nisan tarihinde T24’te yayınlanan bir haber de bunu doğruluyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nca 12 bin aile üzerinde yapılan “Türkiye’de Aile Yapısı Araştırması”nda, ortalama bir Türkiyeli ailenin zamanının büyük kısmını televizyon izleyerek geçirdiğini öğreniyoruz. Yüzde 91,9 gibi yüksek bir oran televizyon izliyor. 2006’dan beri TV izleme sürelerinin arttığına işaret edilen araştırmada, cinsel içerikli yayınlardan rahatsız olanların oranı yüzde 46,9 iken, şiddet içerikli yayınlardan rahatsız olanların oranı sadece yüzde 15,5 olarak belirlenmiş. Bu da neden sürekli cinayet haberleri aldığımızı, neden eline silah ya da bıçak alan herkesin doktorları, karılarını, komşularını, çocuklarını ya da en basitinden yolda kendisini sollayan arabanın şoförünü gözünü kırpmadan öldürebildiğini kısmen de olsa açıklıyor. Burada küçük bir not düşmekte fayda var belki: Evet cinsel içerikli sahnelerin (ki bu “cinsel içerik”in içeriğinin ne olduğunu da bilmiyoruz. Öpüşme mi, sevişme mi, erotik sahne mi, yoksa göz süzerek basit bir bakışma mı? Neyse…) bir kısım vatandaşı rahatsız etmesini anlarım, gene de “cinsel içerik öldürmez sevgili kardeşlerim ama şiddet öldürür” demeden geçemeyeceğim.
Araştırmadan çıkan bir diğer sonuç ise malûmun ilâmı gibi: katılımcıların yüzde 44’ü hiç kitap okumadıklarını, yüzde 43,2’si ise ara sıra okuduklarını belirtmişler. “Ara sıra”dan kastedilenin ne olduğunu bilmiyoruz, ama kabaca toplumun yaklaşık yüzde 88’inin ya hiç ya da çok ender kitap okuduğunu söylemek mümkün. Geçenlerde bir gazetede yayınlanan başka bir araştırmanın sonucu da zaten Türkiye insanının 10 yılda ortalama bir (evet, 1) kitap okuduğunu ortaya çıkarmıştı. Ki zaten öyle çok da kitap meraklısı bir toplum olmadığımız, kitap satış ve baskı sayılarından da anlaşılıyor. İşte bu kitap okumayı sevmeyen ama TV seyretmeye bayılan halkımızın yüzde 74,7’si sinema ve tiyatroya hiç gitmiyormuş. Ara sıra gidenlerin oranı yüzde 22. Yani memleketin ortalama yüzde 97’si, Şehir Tiyatrolarının yönetiminin kime geçtiğiyle hiç ilgilenmeyecek kadar olaylara uzak dersek, çok da yanlış olmaz sanırım. Tiyatroyu kim yönetmiş, sanat ve sanatçılar bundan nasıl zarar görmüş, çağdaş Türkiye adına bu durum bir utanç vesilesi olur muymuş falan gibi kaygılardan azâde bir yüzde 97’lik kesim mevcut. Yukarıda sözünü ettiğim “Şehir Tiyatroları kapatılsın”, ya da “parayı veren düdüğü çalar” zihniyeti de herhalde bu yüzde 97’nin içinde yer almaktadır.
Ama işte geriye tiyatro ve sinemayı seven, kitap okuyan, sanatla ilgilenen bir minicik yüzde 3-5’lik kesim kalıyor. Demokrasi dediğimiz yönetim şekli azınlığın haklarını da korumak esasına dayalı olduğuna göre, memleketteki “ileri demokrasi”nin şu kadarcık bir kesimin haklarını korumasını beklemek haydi haydi hakkımız.