Başbakan Erdoğan’ın 34 sivilin bombalanarak öldürüldüğü Uludere Roboski katliamından sonra uzun süren suskunluğunu bozup, adeta isyan edercesine söylediği sözleri duymuşsunuzdur. Alıntılamak gerekirse “Bizim silahlı kuvvetlerimiz bu görevi samimi bir şekilde yapmıştır. Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık. Tazminatı da açıkladılar. Ama birileri istismar ediyor. Bir hatanın olduğunu, hatamızın olduğunu söyledik. Allah aşkına tazminatsa tazminat. Bizim resmi tazminatımızın ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün istediğini mi söyleyeceğiz? Kusura bakmasınlar.” dedi Başbakan. Ardından da ekledi: “Bu bir terör bölgesidir. Halkın, sivilin oturduğu bir bölge değildir. Böyle bir bölgede Silahlı Kuvvetler bu Ahmet mi Mehmet mi bilemez ki!”.
Yani Başbakan politik bir dille aslında şunları söylemek istiyor:
- Üzüldüğümüzü ifade ettik, daha ne istiyorsunuz? (Oysa Hükümet, Uludere’de yakınlarını kaybeden ailelerden resmi ve samimi bir özür dilemedi.)
- Konuyu bir türlü gündemden indirmeyen bir kısım medya ve azınlık da olsa bir avuç insan hakları savunucusu, olayı unutturmamıza izin vermiyor. (Yani olayı “istismar eden” de gene bu ölümlerini hesabının sorulması için baskı yapıp olayı takip eden kamuoyu.)
- Bu hataya karşı normalin de üzerinde bir tazminat verdik. (Sanırım halk arasında buna “kan parası” deniyor! Parasını vermek, insan öldürmenin özrü olabilir mi?)
- Bu özür taleplerinin ardında hep terör örgütü var! (Özür bekleyen aileler bir anda terör örgütü üyesi oluveriyor yani!)
Burası terör bölgesi. Heron’dan görülenin sivil mi, örgüt üyesi mi olduğunu bilemedik, riske atmak yerine operasyon yaptık! (Oysa Heron görüntülerinde sivillerin Kuzey Irak’a geçtikleri ve sonra da geri döndükleri çok net görülüyor!)
Başbakan’ın bunları söylediği yerde İçişleri Bakanı durur mu? O da “o 34 kişi zaten figürandı, onlar PKK’ya kaçak mal taşıyordu, zaten öldürülmeselerdi de yargılanacaklardı” deyiveriyor!
Vicdan, insaniyet, eşitlik ve adalet duygusundan çoktan geçtim; söz konusu Kürtler olduğunda besbelli bu kelimeler bir şey ifade etmiyor. Arada, kaçakçılığın cezasının da yargısız infaz olduğunu öğrenmiş oluyoruz Bakanın sözlerinden. Neresinden tutacağını bilemiyor insan.
Hükümet en üst kademeden bu açıklamaları yapıyor ama bölgenin gerçekleri Başbakan ve İçişleri Bakanının yukarıdaki sözlerini adeta yalanlıyor. Bu durum, Roboski katliamından sağ kurtulan tek görgü tanığı, Uludere Cumhuriyet Savcılığı’na mağdur olarak ifade verdikten sonra “sınır ihlâli” yüzünden hakkında soruşturma açılan Servet Encü’nün ifadelerinde ortaya çıkıyor. Köylülerin 30 yıldır savaş yaşayan bu bölgede hayatta kalmak için mazot, sigara ve çay kaçırdığını Jandarma’nın da bildiğini, bazen 100, bazen de 150 katırla gittikleri bu geçiş yolunun 100 yıldır kullanıldığını, PKK yolu olmadığını, sadece ticaret yolu olduğunu, bu köylülerin sigara ve mazot taşıdığını bölgedeki asker, kaymakam ve komutan da dâhil herkesin bildiğini söylüyor Servet Encü. Bölge köylüsü yıllardır bu işle geçiniyor. Devlet de savaş durumunun oradaki insanların geçim kaynaklarını bitirdiğini bildiği için kaçağa gitmelerine izin veriyor ve bu köylüler yıllardır aynı patikayı kullanıyor.
Başbakan demeye getiriyor ki “Terör örgütü de katırlarla sızıyor, nerden bilelim bunların sivil olduğunu”. Servet Encü diyor ki “Yıllardır kullandığımız patika bu. Kimse bize yanlışlıkla bombaladık demesin. Herkes biliyor o yolu kullandığımızı”. Üstelik de 100 katırla gidiyorlar kaçağa. Hangi terör örgütü böylesine dikkat çekici bir şekilde 100 katırla sınırdan sızmaya çalışır bilmiyorum.
Roboski tam üç kez bombalanıyor. İkinci bombadan sonra köylülerin karakola telefon edip “Ne yapıyorsunuz? Oradakiler bizim çocuklarımız” dediğini, Karakol’daki komutanın ise “Merak etmeyin, bu sadece uyarı atışı” diye cevap verdiğini gazetelerde okuduk. Demek ki 14 kişinin hayatını yitirdiği üçüncü bombardımandan önce bölgedeki yetkililer, bombaladıklarının örgüt üyesi değil sivil köylüler olduğundan haberdarlar. Bu da Servet Encü’nün ifadelerini doğruluyor.
İçişleri Bakanı diyor ki “onlar PKK’ya kaçak mal taşıyor, figüran bunlar”, Servet Encü diyor ki “ölenlerin hepsi öğrenciydi, 50 liraya kaçağa gidip okul masraflarını çıkarıyorlardı”. Besbelli PKK’yle mücadeleden sorumlu İçişleri Bakanı PKK’nin “mazot ve çay” ihtiyacını karşılayarak güçlendiğini düşünüyor; örgütün gelirini aslında Avrupa’dan ve Ortadoğu’dan sağladığından, çoğu öğrenci 50 kişinin katır sırtında getirdiği çay ve sigaraya muhtaç olmadığından haberi yok! İçişleri Bakanı’nın sözleri aslında ne Kürt sorununu, ne bölgeyi, ne de PKK’yi hiç bilmiyor olduğunun itirafı gibi.
Ve biz bütün bu rezalet zincirinden sonra, A.B.D. kontrolündeki hava koridorunda, sınır ötesi bir hava harekâtının emrini kimin verdiğini hâlâ bilmiyoruz. Ama biliyoruz ki sınır ötesi operasyonlarda emir yetkisi Başbakan’a aittir. O zaman bu emri kimin verdiğinin bulunması, iktidar partisinin sorumluluğundadır. Üzerinden beş ay geçtiği halde bugüne kadar hiçbir sorumlu yargı karşısına çıkmazken, katliamı protesto amacıyla olaydan üç gün sonra Gaziantep’te basın açıklaması yapan 12 kişi hakkında “örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla 20’şer yıl hapis cezası istenip dava açılması da, bu rezalet zincirinin ayrı bir halkasıdır.
Uludere’de çoğu çocuk 34 Kürt köylüsü göz göre göre devlet tarafından öldürüldü ve WSJ geçen hafta bu olayı tekrar gündeme getirene kadar da çoğul kamuoyu ve ana akım medya utanç verici bir suskunluk içindeydi.
Aynı bomba yanlışlıkla Taksim meydanına düşse ve 34 sivil Türk ölseydi de gene böyle susar mıydık? Başbakan onlara da “parası neyse veririz” tavrını sergiler miydi acaba? Ne dersiniz?