Cizre, Nusaybin, Derik, Silopi, Sur, Diyarbakır… Yani sokağa çıkma yasağı…
Yani her güne çatışmayla, kurşun sesiyle uyanan şehirler…
Yani buzlukta bekletilen ölü çocuklar, yani 35 gün yaşayabilen bebekler…
Evet yani hendek, yani bitmeyen protesto gösterileri…
Batısından baktığımız ama asla görmediğimiz, bildiğimizi sandığımız ama zerre kadar anlamadığımız koca koca çözümlemelerimizin küçük küçük şehirleri…
Siyaset yükseklerde tartışılırken yeryüzünde bir yerlerde kendi yaşamını savunmak için ölümün kıyısında bekleyen insanlar…
Sevgili Nurcan Baysal’ın “AMA Hendik… çiler” yazısında bahsettiği gibi bazılarımız burada rahat evlerinde, tv ekranlarında boyumuzdan büyük değerlendirmeler yaparken evi delik deşik edilen bir halk…
Ne yaşadığını tahayyül etme zahmetine katlanmadığımız ama yaşadıklarına tahammül etmesi gerektiğini düşündüğümüz insanlara bu coğrafyada “Kürt” deniyor.
Eminim şimdi bu sözlere itiraz edenler, farklı söylemlerle eleştirenler, hatta küfür edenler olacak. Ama bu, orada benim yaşımda bir kadının evladını toprağa verdiği gerçeğini değiştirmiyor. Orada benim yaşımda kadınların çocukları parkta, kocaları sokakta, kendileri kapı önünde ölüyor…
Ölüyorlar…
Ölümü bilirsiniz. Ölüm sadece acı değildir. Dipsiz bir şeydir.
Kaç kez yıkarsın yüzünü onun yaşıyla. Kaç bıçak batar böğrüne. Kaç insanı ona benzetirsin. Kaç kez hayat anlamsız gelir…
Yoktur çünkü artık o yoktur. Bir daha sarılamayacaksın, bir daha sana gülümsemeyecek, bir daha terlikleri kapının önünden durmayacak, ayakkabısının teki ters dönmüş ceketi asılı. Üşümüş elleri olmayacak. Sıcaktan bunalmış görmeyeceksin. Ekmeğin köşesi için kavga etmeyeceksiniz. Bir daha elini tutamayacaksın, bir daha yan yana fotoğraf çektiremeyeceksiniz, bir daha sesini duymayacaksın, bir daha ağlamayacak, gülmeyecek. Bir daha kapıyı çarpmayacak, bir daha kapıyı açmayacak. Bir daha gelmeyecek, bir daha gitmeyecek…
Tahayyül edin…
Ölüm dipsizliktir…
Cizre’de, Sur’da her evde dipsiz bir karanlık var şimdi. Kurşun kime ne zaman denk gelecek bilmiyorlar.
Tahayyül edelim…
Bir iki üç beş on gün… Evden çıkamıyorsunuz. Yasak…
Eve ekmek almaya gidemiyorsunuz.
İşe gidemiyorsunuz…
Çocuğunuz okula gidemiyor…
Elektrik kesik, bilemem neredeki yakınınıza “iyiyim” bile diyemiyorsunuz çünkü telefon çalışmıyor.
Komşunuza gidemiyorsunuz. Yakınınız hastanede ölüm döşeğinde yanına gidemiyorsunuz.
Evinizin bir duvarında kurşun delikleri öte tarafında “Türksen övün değilsen itaat et” yazıları…
Şimdi bütün bunlara tahammül edin.
Bizi “ama hendek” demek kurtarır mı?
Tahayyül ediverin…
Hani Gezi direnişi senin kızdığın, kınadığın, öfkelendiğin şeylerin toplamıydı hani haysiyet ayaklanması demiştin adına Diyarbakır’daki, Sur’daki, Cizre’deki de kızmış, onuru kırılmış olamaz mı? Sen burada tahakküme karşı durduğunu iddia ederken ve meşruiyetini buradan kurarken aynı tahakküme karşı o da kendi çözümünü üretmek zorunda kalmış olabilir mi?
Hani Gezi’de “bu çocuklar ne istiyor dinlemek zorundasınız” diye kızmıştın. Bir kere de “bu insanlar ne diyor dinlemek zorundasınız” diye ses vermediğin için o hendekler kazılıyor olabilir mi? O çocuklar ölüyor olabilir mi?
Tahayyül edin. Evinizin önünde bir çukur ister misiniz? Evinizden çıkınca bir çukurla karşılaşmak ister misiniz? Peki pencerenizden kurşun gelsin ister misiniz? Duvarınız delik deşik… Çocuğunuz ölü… Kimse bir çukurla karşılaşmak istemez…
Kimse kurşun sesiyle uyanmak istemez… Kimse durup dururken çukur kazmaz…
Tahayyül edin buradaki gaz, polis jopu orada panzer, delik deşik duvar kan kokan sokaklar…
Sen hendeklere "ama" dersen o da sana "Sen neden Gezi'de barikat kurdun" diye sorar. "Siz" ile "biz" olursunuz. Ama tahakküm eden yani üçüncü çoğul şahıs hep aynı. "Sen" "O" ayırmaz. Günü geldiğinde aynı şiddeti aynı zalimlikle sana da uygular. Bu yüzden “siz” ve “biz” olmaya değil sadece evet sadece “BİZ” olmaya ihtiyacımız var.