"Yaşlandım artık" dedi sevdiğim biri. 20 yıl evvel olsa bu cümleyi duyduğumda canım acır "Aman ne ilgisi var" der, kabul etmezdim. Oysa şimdi yaş almanın kaçınılmaz olduğunu ve ne yaparsak yapalım onunla savaşamayacağımızı biliyorum. Elbet abarttığını da. Aramızda sadece 3 yaş var. "Bu yol da güzel, azıcık dinlene dinlene gitmek gerekse de" dedim. Sevmedi bu sözümü sustu. Sanırım biraz romantik buldu. Ve aslında haklı. Haklı çünkü "Yaşlısın yapamazsın", "Yaşını başını aldın artık rahat dur", "Bu yaşta ne işin var" "Yaşına da bakmıyor", "Sen kendini genç mi sanıyorsun" vb. gibi onlarca sayfa doldurulacak yaş ayrımcılığının yaşandığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Gençlerin de durumu çok farklı sayılmaz. Onlar da belki biraz daha az ama başka türlü ayrımcılıkla sınanıyor. Kısaca hayatımızın 10-15 yılı hariç hiçbir şeyi gönlümüzce yapamadığımız, yaşayamadığımız bir hayatı ortalama 60-70 yıl yaşayıp ölüyoruz. Şanslıysak tabii… Buna rağmen bir sürü kişisel gelişim kitabı "an"ı yaşamaktan bahsediyor. O çok bahsedilen, sevilen, özenilen anı yakalama lüksüne sahip olanların sayısı düşündüğümüzden çok az. Söyleyenlerin çoğunun bile inanmadığı yaşayamadığı bir şey "an"ı yaşamak.
Hiç istemediğin ayaklarının geri geri gittiği bir işte çalışmak zorunda olan bir insansan anları değil sana yıl gibi gelen mesailerle yaşarsın.
20-30 yıl çalışıp emekli olduğun ülkede faturaları nasıl ödeyeceğini kara kara düşünüyorsan hesap kitapla yaşarsın.
Pazardan ucuza sebze meyve toplamak zorundaysan akşam saatleri ile yaşarsın.
Her günün akşamı eve öfkeyle gelen ve bir yolunu bulup seni döven kocanın şiddetiyle yaşarsın.
Hâli vakti yerinde bir ailenin çocuğu değilsen geleceğini garantilemek için sürekli yarışarak yaşarsın.
Kapitalizmin olduğu bir dünyada an parayla yaşanabilir bir şeydir. Sadece para yeter mi o da ayrı bir konu.
Hesapla, kitapla, korkuyla, acıyla, açlıkla, kaygıyla yaşarsın ama "an"la yaşayamazsın.
Bu yüzden de yaşlanırsın… Çünkü fizyolojik durum bir yana yaşlanmak sadece yaş almak değildir.
Saça düşen akı, derin çizgileri, gözaltı torbalarını da sevmiyoruz ama hayal kırıklıklarının izleri daha derin. Anlaşılmamak, anlatamamak, içimizde derin bir boşlukla yaşamak çok daha yorucu. Birilerinin yaptığımızı, yaşadığımızı yargılaması ve "yakıştıramaması" bezdirici. Bir türlü belimizi doğrultamamış olmak daha kemik erimesinden daha üzücü.
Dört gün önce bir kadın kayboldu mesela. Zeynep Bekar. Rize Ardeşen'de fırtına nedeniyle dalgalara kapıldı. 52 yaşındaydı Zeynep Bekar. Evden deniz kenarında odun toplamak için çizmelerini giyip çıkmış. Bir daha geri dönememiş. Fırtına nedeniyle yükselen dalgaların Zeynep'in bedenini alıp götürdüğü düşünülüyor. Muhtemelen Zeynep Bekar 52 yaşında hayata veda etmiş olacak. Niye? İnsanın doğa ile savaşı yüzünden… Hırsı, telaşı, alayı yüzünden… Yaşlanmaz mı insan böyle bir halde? Yaşlanır elbet…
Zeynep Bekar'ın eşi Davut Bekar Ardeşen'de her sel, fırtına sonrası deniz kenarında odun toplamanın bir adet olduğunu anlatmış. "İhtiyacımız olmadığı halde" demiş. Var mı yok mu bilemeyiz. Ama Zeynep bir kucak odun yüzünden yok…
Bizim için sel felaketinde kaybolan biri Zeynep Bekar. Fırtınada kaybolup gitmeseydi bir habere konu olmayacak biz öyle birinin yaşadığını bile bilmeyecektik. Bir fotoğrafı, sosyal medyada bir hesabı yok. Öncesinde nasıl bir hayat yaşadığını nelere karşı koyduğunu bilemiyoruz ama dalgalara karşı koymasının bir sonuç vermediğini biliyoruz…
Her kayıp insanın kendi ve yakınlarını kısa bir süreliğine de olsa yeniden daha başka düşünmesine yol açıyor. Hepimiz Zeynep gibi dalgalara karşı koymaya çalışırken hayat akıp gidiyor. İster 20'sinde ister 52'sinde olalım hepimiz yaş alıyoruz. İlk önceleri buna seviniyor sonra kederleniyoruz. Zeynep Bekar, bazılarımızın artık "İstediğim gibi yaşayabilirim" dediği, bazılarımıza "Bu yaşta olacak iş mi" denilen yaşta kayboldu…
Yaşamak istediği hayatı ne kadar, nasıl yaşadı bilmiyoruz. Biz ise kendi köşelerimizde gittikçe sinikleşiyor, silikleşiyoruz. İtirazımız, inadımız, inancımız küçülüyor. Her yerde, her şeyde sesimiz içimize kaçıyor. Dışarı çıkardığımız ses sadece yakınlarımıza öfkemiz, memnuniyetsizliğimiz. En çok en çabuk onlara kızıyor, darılıyoruz. Çünkü anlaşılacağımızı, bağışlanacağımızı biliyoruz.
Hasılı kayboluyoruz… Küçük hesaplarımızla didişirken o büyük bir denizin ortasında kayboluyoruz. Ve bunun için bir fırtına olması da gerekmiyor. Çünkü hayat insanı fırtınadan daha şiddetli savuran bir şey.
An'ı yaşayamıyoruz ki biz. Çünkü çok fazla sebebimiz var. Yaşam gailesi, iş çilesi… Ötesi birbirimize dokunmaktan, yaklaşmaktan korkuyoruz mesela. Aman bir zarar görmeyeyim diye etrafımıza ördüğümüz duvarlarımız var. Başkasına anlatıp yormak istemediğimiz dertlerimiz, tasalarımız var. Kaygılarımız var kimseye söyleyemediğimiz. Acılarımız, yaralarımız var biri görürse alay eder diye düşündüğümüz. Kaz ayaklarımızdan çok yara izlerimizin görünmesinden korkuyoruz. Bu yüzden istifini bozmadan içimizde oturan koca bir karanlık var.
Kabul edelim bu dünyada hepimizin yaşı kimlikte göründüğünden fazla. Bazılarımızın içine 30'unda ihtiyar biri oturuyor. Yaşadığını yaşlanmışlıkla birleştiriyor. Bazılarımızın yeni bir şeyleri denemeye 40'ında dizleri tutmuyor. Bazılarımızın hevesi çok erken bitiyor. Heyecanın soluğu çabuk kesiliyor.
Oysa bir de sokak var. Yaşımız kaç olursa olsun, ne kadar derine gizlenirse gizlensin çocukluğumuzun oynadığı. Kapalı perdelere, sus işaretlerine karşı ferahlıktır sokak. Kalabalığın kudretidir. Gri binalara, uzun caddelere bağlanan yollardır. Kaybolsan bile mutlaka yolunu bulacağının garantisidir. Sestir, güçtür… Sokağı unuttuk biz. Açılmayan pencereli ofislere, kapalı perdeli evlere hapsolduk. İçimize kaçtık. Ama o arada duyuyor hâlâ… Tüm canlılığıyla…