Leyla Alp

13 Şubat 2015

Lütfen aşkı rahatsız etmeyiniz!

İtiraf edelim birinin hayatında “en özel insan” olmak sevmekten daha çekici geliyor.

Malum önümüz 14 Şubat yani Sevgililer Günü. Ben de kendimi önemli günler ve haftalar yazarı ilan ederek biraz da aşktan konuşalım dedim. Hani şu tarifi, tarifesi olamayan, yakıp kavuran, kül eden aşktan…

Aziz Valentine sevdaya yasak konulmasına karşı çıkmış ve bunu başıyla ödemiş ama hediye alın demiş mi bilmiyoruz ya her yıl vitrinlerdeki büyük boy kalplerden, balonlardan ve mutlaka sevgiliye bir hediye alınması gerektiği üzerine yazılan sloganlardan geçerek evimize, işimize gidiyoruz.

Sevgililer Günü’nün en önemli özelliği alınıp verilen hediyeler, gidilen yerler, o gün nedense beş misline çıkan güller… Aldığın hediye kadar aşıksın. Verdiğin hediye kadar sevileceksin. Seviyorsan eğer göstermenin gerektiği tek gün 14 Şubat.

Şimdi “aha bu kadın da 14 Şubat kapitalizmin bir oyunu… ile başlayıp kafamızı ütüleyecek” diyenleriniz olacak. Hiç de öyle değil. 14 Şubat kapitalizmin oyunu da 13 Şubat değil mi? Diğer günler devrimci proleter gibi yaşayıp sadece 14 Şubat’ta mı kapitalizmin oyununa geliyoruz? Alacağınız bir gül, bir kupa bu kadar gerekçe üretmeye gerçekten değmez J Bu arada günümüzde sevgiyi belli etmenin ölçütünün biraz da etiketin üzerinde yazan fiyatta olduğunu inkar ediyor değilim. Ama bu sadece Sevgililer Gününe özel bir durum değil yoksa kalan 364 güne haksızlık yapmış oluruz.

Sevmenin bir bedeli var evet. Ama bu bedel cüzdanla ya da kredi kartı ile ölçülebilen bir şey değil. Cebinizdeki son parayı verip hediye aldığınız o çok sevdiğiniz hatta o olmadan bırakın yaşamayı soluk alamayacağınıza inandığınız o kadın, ya da o erkek şimdi yanınızda mı? Aynı heyecan ve aynı kalp atışları ile bakıyor musunuz birbirinize. Yoksa dostlar alışverişte mi görüyor, yuvarlanıp gidiyor musunuz? Aynı kelimelerle başka başka insanları hem de ölecek kadar ne çok sevdik değil mi? Hangisi aşktı?

Aşk hakkında bilmemiz gereken ilk şey hiç kimsenin bizi olduğumuz gibi sevmediğidir. Ya da olduğumuz gibi sevmeye devam etmediği. Görmek istediğini seviyor insan. Gördüğü ve kendi anlamlandırdığı şeyi seviyor. Sonra o gördüğünden nefret etmeye başlıyor. Dikkat edin, bir insanı sevme sebebinizle ondan ayrılma sebebiniz neredeyse aynıdır. Önce başka sevimli, karizmatik bir isim verdiğiniz alışkanlığa, yapıya daha sonra başka bir isim verirsiniz. Bir insanın güçlü görünüşü etkiler mesela sizi sonra aynı güçlü görünüşe “kibir” dersiniz. Konuşkanlığı hoşunuza gider, buna “belagat” dersiniz. Gün gelir aynı konuşkanlığa “gevezelik” dersiniz.

Ailelerimizin bize yaptığı en büyük kötülüklerden biri bizi herkesin koşulsuz sevecek kadar değerli ve vazgeçilmez olduğumuza inandırmalarıydı. Yazılan kişisel gelişim kitapları ve makaleler de cabası. “Siz çok değerlisiniz, kendinize değer verin, sizden daha değerlisi yok…” hiç biri yabancı gelmiyor bu cümlelerin değil mi? Terslik şuradaki herkes bu cümleleri duydu. Ve herkes ‘en çok’ kendisinin değerli olduğunu düşünüyor. Bu yüzden sevmekten ziyade sevilmek istiyor.

İtiraf edelim birinin hayatında “en özel insan” olmak sevmekten daha çekici geliyor. Bir kere çok havalı. Eh bir de yüzyılın hastalığı yalnız kalma korkunuz da var. Biri sabah akşam sizi düşünüyor, sizin için endişeleniyor, sizinle ilgili planlar yapıyor, odak sizsiniz. Yani yarattığınız o küçük dünyada prens ya da prenses sizsiniz. Yani döndük mü annelerimizin “sen benim bir tanemsin” dediği günlere. Ama işte o da bir annenin prensi veya prensesiydi ya hani bir zamanlar işte tam da bu yüzden o da “en özel insan” olmak ister. Burada da halk arasında “trip”, “kapris” diye adlandırdığımız zamanla tahammül edemeyişlere giden tartışmalar ve sonra susuşlar başlar ki. Susuşlar bitişidir aşkın. Aziz Valentine kalkıp gelse o saatten sonra o aşkı kurtaramaz. Sonra aynı heyecan aynı biriciklik başka bir yerde başka birinde aranır. Ve bu böyle sürüp gider.

Evet insan kendini sevmeli. Kendini sevemeyen kendine güvenemeyen birinin başkasını sevmesi, başkasına kalbin açması, hayatına alması da mümkün değildir. Ama bu kendimize olan aşkımızın çizgisi çok çabuk bencillikle el ele tutuşuyor. Ve bu bencillikler, vurdumduymazlıklar aşka asla geçemeyeceği Çin seddinden beter duvarlar örüyor.

Oysa birini sevmek meşakkatli bir iştir. Çok klişe gelecek ama koyu bir emek vermek lazım gelir. (Annemiz de bizi tam da bu emekten dolayı çok seviyor)

Aşk, elini taşın altına koymak demektir. Bir başkasını aynı “biriciklikle”, yani en az kendimiz kadar sevmeyi öğrenmeyi gerektirir. Sevgi öğrenilen bir şeydir evet ama hesap yapılan bir şey değildir. Kimin kimi daha çok sevdiği üzerinden hesap yaparsanız, 14 Şubat’ta alınan hediyenin fiyatından farkı kalmaz aşkınızın. Ve işte asıl bu kapitalizmin bir oyunudur.

“Beni ne kadar seviyor?” sorusunun yanıtı ve ölçeri sizin o ilişkide ne kadar var olduğunuz ne kadar emek verdiğinizle doğru orantılı bir şeydir.

Pazardan elma satın almıyorsunuz birini koşulsuz seviyorsunuz. Cesaretiniz ya da elini taşın altına koyacak içtenliğiniz yok ise lütfen aşkı rahatsız etmeyiniz!

Sevmenin bir bedeli var elbet… Bedel içtenliğiniz, cesaretiniz, kendi bencilliğinizden çıkabilme başkasını düşünebilme, yerine koyabilme kabiliyetiniz ve kararlığınızdır. Bazen bütün bunları yapmanıza değecek insan karşınıza çıkmayabilir. Sizin koşulsuz, “amasız”, hesapsız sevginiz bir başkasında karşılık bulmayabilir. Biz buna “kader, kısmet” diyoruz. Bizi koşulsuz sevecek insanların değerini kaybettikten sonra anlamamıza ise “keşke”… “

Hayat bu “Kader, kısmet” olur, “Keşke”niz olmasın…

Neşeniz bol, aşkınız uzun, 14 Şubatlarınız güzel olsun.

Son söz sevgilisinden gelen hediyenin değerini ölçmeye çalışan arkadaşa; değeri etiketinde değil sana veren insanın gözünde, gerçekten girebilmişsen kalbinde…