Leyla Alp

10 Ekim 2018

Duvara karşı yüz üç can… 10 Ekim 2015 Ankara

Bombalarla parçalanan, mezarlarına yarım konan insanların binlerce tanıdığı ve tanığı var…

Yüzyıllar önce İbni Haldun “Coğrafya kaderdir” demiş. Coğrafya kederdir. Coğrafya gözyaşıdır, Coğrafya, ahı yerde kalan annedir, hayalleri yarım kalan çocuk, kucaklanılamayan arkadaş. Bu ülkede coğrafya acı, tarih kahırdır…

En küçüğü 9 yaşında Veysel olan 103 insanın parçalanarak öldüğü katliamın üzerinden tam üç yıl geçti.  10 Ekim 2015’de onlarca insanın bombalarla katledildiğini öğrendiğimizde dünya eskisi gibi “dönmez, dönemez”  denmişti… Dönüyor…  “Bu katliamın sorumluları hesap verecek” denmişti. Vermedi… Vermiyor…

Bütün bunların yerine, bütün bunlar yetmezmiş gibi bir unutma duvarı örülüyor önümüze… Biz sustukça yükseliyor o duvar. Biz geri adım attıkça kalınlaşıyor… Biz sustukça duvar üstümüze kapaklanıyor. Ezildikçe eziliyoruz…

10 Ekim’den sonra da bombalar birbiri ardına patlamaya devam etti. Bizim kalbimiz patlamadı. Bizim kalbimiz durmadı, dünya da öyle. Her gün bir çizgi daha geçildi. Bir eşikten daha geçtik. Bir acı eşiğinden daha.  Biz mi acıya alıştık yoksa acı mı bize akran oldu anlayamadık. Yorulduk… Beynimiz acıdı, yüreğimiz acıdı… Ama yaşamaya devam ettik.   Azaldık… Azaldıkça duvara dayandık. Duvara dayandıkça azaldık. Duvar güçlü geldiği için yükselmiyordu oysa biz dağınık olduğumuz için yükseliyordu.  Toparlanamadık. Ayırdık birbirimizi... Ayrıldık… Ayrıldıkça azaldık. Azaldıkça daha çok yaralandık.

10 Ekim’de 103 insan göz göre öldürüldü… “Unuttuk” demiyorum ama daha az hatırlar olduk…

Kitaplara sarılarak uyuyan Gülbahar Aydeniz’i unutturmaya çalışıyorlar…

“Ankara’da, Meclis’te göreceksiniz beni” diyen  Muhammet Zakir Karabulut’un hayalini unutturmak istiyorlar…

Ali İsmail Korkmaz’ın fotoğrafını kucaklayan Ali Deniz Uzatmaz hatırımıza hiç gelmesin istiyorlar…

Kızına ‘Ölürsem fotoğrafımı sen taşırsın’ diyen Abdullah Erol’dan hiç bahsetmeyelim istiyorlar.

Yoksul çocukları okutmayı kafasına koyan Günay Doğan’ı bilmeyelim istiyorlar…

Eren Akın’ın ağız dolusu gülüşünü, Ata Önder Atabay’ın inadını,  Berna Koç’un kalabalık kimsesizliğini, Veysel Atılgan’ın henüz dokuz yaşında olduğunu hepsini unutalım istiyorlar… 10 Ekim 2015 gününü… 10 Ekim 2015 günü patlayan bombayı. Barış pankartlarına sarılan cenazeleri. Kopmuş bacakları, parçalanan bedenleri… Kanı, feryatları, hastane önünde bekleyen anaları, poşetlerle verilen cansız bedenleri… Yitip giden onca insanı… Düşlerini unutalım istiyorlar, gülüşlerini…

Tanımadığımız, iki çift lafın belini kırmadığımız, gözlerinin içine bakmadığımız, yolda sokakta hiç karşılaşmadığımız ve hiç karşılaşamayacağımız insanlarla biz kardeş olduk bilmiyorlar… Bir kez bile sarılmadığımız insanları hasretle kucaklıyoruz anlamıyorlar…

O boşluk dolar sanıyorlar… Hasret biter… O acı diner sanıyorlar… O öfke yerini dinginliğe bırakır… O hesap kapanır sanıyorlar…

O hesap kapanmaz… O acı bitmez... O boşluk dolmaz…

Daha adını söylerken gözleri dolan Kasım Otur’un eşi Songül nasıl unutur sevdalısını.

Kokusu gitmesin diye yemenisi bile hiç yıkamayan Dilan Sarıkaya’nın annesi vazgeçer mi kızından. Kokusundan…

“Bir daha Ankara'ya gitmem'' diyen Berivan Mehmet Hayta’yı aklından çıkarabilir mi?

Duvarlarda asılı kalan fotoğraflar unutturmaz, tarih unutturmaz... Coğrafya kederdir unutturmaz… Masumiyet unutturmaz…

Dava dosyaları, mahkeme tutanakları, yerini bulmayan adalet ne söylerse söylesin; 10 Ekim 2015 bu ülke tarihinin en büyük acılarından biridir… Bombalarla parçalanan, mezarlarına yarım konan insanların binlerce tanıdığı ve tanığı var… Ellerinde pankartları, dillerinde barış türküleri vardı…


Not: 10 Ekim’de hayatını kaybedenlerin yakınlarının anlatımlarıyla yazılan hikâyelerine http://101015ankara.org ulaşabilirsiniz. Unuttuğunuz için demiyorum. Bir kez daha anmak, hatırlamak ve hatırlatmak için…