Dizi yazarları bilir eğer bir dizi merak uyandırmıyor ve şaşırtmıyorsa ömrü uzun değildir. İzleyicide merak uyandırmayan bir dizi reyting kurbanı olur ve fazla yaşamaz. Mesela kendi hikâyesini izlemeyi sevmez insanlar. Kendi çaresizliğini yaşarken birde bunu izlemek istemez. Kahraman kendi gibi yaşıyorsa da kendinden farklı olsun ister. Bakışı, duruşu farklı olsun. Esas adam ona benzesin ama güçlü olsun her şeyi yönetsin ister. Esas kadın güzel olsun, söz dinlesin ister. Kendi yapamadıklarını, yapamayacaklarını kahramana yükler. Bazen de kızar “ulan şimdi orada ben olacaktım ki” der… “Ulan orda ben olacaktım ki…”
Ve bizim izleyicimiz mutlu sonu sevmez. Reytingi düşüktür. Dikkat edin dizilere ne zaman ki esas oğlanla esas kadın kavuşur dizinin reytingleri düşer. Bir dizinin ekranda uzun süre kalması için seyirci algısını yönetmesi, ilgisini sürekli tutması gereklidir. En güzeli entrikadır. Kötü adamlar ve kötü kadınlar vardır ki bunlardan sarı saçlı olanları mutlaka kötüdür ve sürekli arkadan kuyu kazarlar. Ne yapacakları, kimin başına ne çorap örecekleri hep bir merak konusudur.
Memleketin hali ahvali de entrika dizisinden farklı değil. Bizim yazmadığımız ama izlediğimiz bize yaşatılan, dayatılan bir hikâye var… Bir diziyi izler gibi izliyoruz.
Bir hikaye var tam 12 yıldır sürüyor… Tam 12 yıldır hop oturup hop kalkıyoruz. Çünkü aksiyon hiç bitmiyor. Her yeni bölüm bir öncekinden daha heyecanlı ama bizim canımız gidiyor. Diziler reyting uğruna, iktidar saltanat uğruna, patron kar uğruna can alıyor ve o can hep bizimki oluyor.
Bir hikâye yazılıyor ve biz hem yaşamaya hem de izlemeye zorlanıyoruz. Ve 12 yıldır sürekli kendini izlettiriyor. Komik değil ama birileri gülerken diğerleri alkışlıyor. Dram değil ama birileri ölüyor diğerleri “vardır bir bildiği” diyor. Kısaca “dediğim dedik, çaldığım düdük” hali tam 12 yıldır iyi reyting yapıyor.
12 yıl yıldır bazılarının gözlerini kamaşarak izlediği bir hikâyenin içindeyiz. 12 yıldır esas adam gündemi belirliyor, kendinden bahsettiriyor. Ne düşünmemiz neyle uğraşmamız gerekiyorsa dikkatimizi başka yöne çeviriyor. Mesala Ermenek’te 18 işçinin madende mahsur kalıyor. Biz Ak Saray için harcanan paranın onda biri yaşam odaları için harcansaydı “o işçiler hayatta olacaktı” diyecek oluyoruz esas adam rolündeki boyu uzun insan“ 12 yıl kirada oturdum kimse bir şey demedi" deyiveriyor. Zaytung haberlerini aratmayacak bu açıklamaya ne isim vereceğimizi düşünürken sarayın ülkenin itibarını arttırdığını söyleniyor.
Yerin yedi kat altında kalan madencilerden Tezcan Gökçe'nin annesi 'Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı...' diye soruyor. Sonra yüzme bilmeyen Tezcan’ın cansız bedeni çıkarılıyor. Babası Recep Tezcan oğlunun cenazesine yırtık lastik ayakkabılarıyla katılıyor. Oğluna ağlayan babanın yırtık ayakkabısına reklamlar süresince ağlayıp Erdoğan’ın Amerika’yı keşfini seyre dalıyoruz.
Kah şaşırıyor, kah gülüyoruz… Öfkeleniyoruz… “Bu kadar da olmaz” diyoruz ve “bu kadar da olmaz dediğimiz” her şey oluyor.
Mesela her gün dört kadının şiddet gördüğü bir ülkede “Kadınla erkeği eşit konuma getiremezsiniz çünkü fıtratları farklıdır” denebiliyor.
Her gün üç işçinin can verdiği ülkede kimseye ceza kestirmeyip kapalı mekânda sigara içiliyor diye ceza kestiren, sigara içenlerin sağlığını düşündüğünü söyleyip ergen çocuk gibi “beni seven sigara içmesin” diyen bir insana birileri “dünya lideri” diyor…
Reyting tavan yapıyor, aksiyon bitmiyor… Çünkü reytingi halkın iki kutba ayrılarak birbirine düşürecek entrikalar belirliyor.
Esnaf ve polis el ele döve döve öldürülen Ali İsmail’in mahkemesinin olduğu gün “sorumlulular cezandırılacak” açıklaması yerine esnafa “alperenlik” yükleniyor.
12 yıldır bir hikâye yazılıyor. Hem de çok kötü bir hikâye. Giriş, gelişme, sonuç her bölüm hatalarla, tutarsızlıklarla dolu. Dizi yapsanız yayından kalkar, biz iktidar yaptık.
Çünkü biz kendi hikayemizi yazmıyor, yazamıyoruz… Belki reytingi düşük olacağı diye korkuyoruz belki üşeniyoruz… Belki… “Ulan orda ben olacaktım ki…” diyemediğimizden bizi figüran olarak kullandığı bir hikaye yazıyor…
Anlatılan değil belki ama yaşatılan bu hayat bizim… Bu hikaye bizim sayemizde yazılıyor… Göçük altında kalan madenci, göçük altında kalan madencinin yırtık ayakkabılı babası, onun ellerini kaldırıp isyan eden annesiyle… İnşaattan düşen, pencereden atılan, sokakta dayak diyen, fabrikada iteklenen, okulla gidemeyen, gündeliğe giden, tecavüze uğrayan, işten atılan, iş bulamayanla… Ektiğini biçemeyenle, biçtiğini satamayanla yazılıyor. Korkak, hain ve cesurla yani ve asla sahip olamayacağı ihtişamı alkışlayan hatta savunan milyonlarla.
Birileri saltanat sürsün diye yazılan bu hikayede bizim emeğimiz, canımız gidiyor…
Bu hikaye biz olmazsak yazılmaz. Ve bu hikâye ancak biz karşı durursak değişebilir… Bu hikayede mutlu son ancak biz kalemi elimize alırsak, biz yazarsak gerçekleşebilir…
Bizim hikâyemizden saray, saltanat, ihtişam çıkmaz. Entrika yapan, başkasının kuyusunu kazan adamlar, kadınlar çıkmaz. Ama mutlu kadınlar, mutlu adamlar ve geleceğe güvenle bakan mutlu çocuklar çıkar…
“Kestik” diyeceğimiz ve kendi hikayemizi yazmaya başlayacağımız günlere olan umutla…
Reyting düşük çıkabilir ama mutlu son iyidir…