15. İstanbul Bienali

09 Ekim 2017

Komşum insan değil

Komşuluk, sadece yan yana gelmekle değil, aynı zamanda sınır çekmekle ortaya çıkıyor

Sezai Ozan Zeybek

1.

Masamda çalışıyorum. Pencereler açık, dışardan bahar kokuları ve kuş sesleri geliyor. Yaşadığım şehrin her yerinden hayat fışkırıyor. (Kendi cansızlığımdan utanıyorum). Sonra bir arı giriyor içeri, istifimi bozmuyorum. Bir süre dolaşıyor, sağı solu yokluyor. Birbirimize ilişmiyoruz. Gömleklerimden birinin koluna giriyor. Çıksın diye bekliyorum, çıkmıyor. Bir saat, iki saat; varlığını unutuyorum. Akşam olurken çıkıyor, odada bir tur atıyor ve yine geldiği gibi gidiyor. Üç gündür bu böyle. Başka bir arı olamaz, çünkü artık doğrudan gömleğe gidiyor. Odamı tanıyor. Yiyecek bulmuş olsa (gömleğimin reçele bulanması olmayacak iş değil) gider gelir, kovana yiyecek taşır, arkadaşlarını çağırır. Ama bu arı akşama kadar gömlek kolunun içinde vakit geçiriyor. İşten mi kaytarıyor? Bir arı bunu yapabilir mi?

Hasbelkader yan yana düşmüşüz. Sadece aynı mekânı değil, zamanı da paylaşıyoruz. Milyarlarca varlık üst üste, yan yana; tam şu ânda... Herkes bir yerden kopmuş gelmiş.

Ancak komşuluk, sadece yan yana gelmekle değil, aynı zamanda sınır çekmekle ortaya çıkıyor. Duvarlar, teller, bekçiler, eşikler, ayırıcı sıfatlar... Çeşitli usûllerle çevremizi düzenlemeye, derecelendirmeye, ayırmaya çalışıyoruz. İçeriye kabul ettiklerimiz aile ferdi oluyor, ikinci halka komşular... Ancak kurulan ilişki hiçbir zaman sabit kalmıyor. Sınırlar sürekli müzakere ediliyor, aktörler değişiyor, ilişkinin mahiyeti bir uçtan diğer uca savrulabiliyor. Bazı komşular “aileden” sayılıyor; bazıları en büyük düşmana dönüşüyor, öldürülüyor. Ölçek de sabit kalmıyor. Kimi zaman sokağın öte yanı sınır sayılırken kimi zaman koca bir Akdeniz havzası komşuluk kapsamına girebiliyor. Dolayısıyla sınır çekmenin keyfî bir tarafı var. Ülke sınırları için de bu böyle, akrabalık-komşuluk için de...

Sınırların korunması sürekli bir çaba istiyor. Çekilen sınır, ihlâl edilme endişesini de doğuruyor. Komşu ses yapıyor, çamaşır asıyor, referandum düzenliyor, kalkıp kapımıza dayanıyor. İstemediğimiz şekillerde karşımıza çıkıyor. İstemediğimiz bedenler yanımızda bitiyor. Güvenlikli sitelere, otomobillere, özel okullara, özel hastanelere, sadece belirli sınıfların erişimine açık tatil beldelerine ve diğer onlarca engele rağmen sınırlar sürekli deliniyor. Çünkü tasniflerimizin ve uydurduğumuz mesafelerin göremeyeceği pek çok şekilde birbirimize bağlıyız. İç halka-dış halka, komşu-akraba, uzak-yakın, ben ve öteki, insan ve ötesi: Hepsini bambaşka usûllerle yeniden kurgulamak/hayal etmek mümkün. İşte bu yazı, insan olmayanlarla ilgili çekilmiş (ve çekilebilecek) başka sınırlar hakkında. Ardından bu sınırlar ışığında adalet kavramını ele alıyor.

2.

Aklımı kurcalayıp duruyor: Bu beden benim mi? Vücudumdaki bakterilerin ve virüslerin DNA'sı benim “insan” DNA'larımdan daha fazla. Kuru ağırlığımın %10'u bakteri. Bağışıklık sistemim, sindirimim onlara emanet. Bu beden benim mi? Anneler başka bir insana can veriyor. Bir süre ortak bir yaşam devam ettiriyorlar. Hangisi kimin bedeni? Birsürü organizma, bana ait zannettiğim sınırların içinde buluşuyor, birbiriyle savaşıyor, çoğalıyor, birleşiyor, büyüyor, yardımlaşıyor; beni (artık her neysem) hayatta tutuyor yahut öldürüyor. Hasbelkader biraraya gelmişiz işte.  İstediğim sınırı çekeyim; havada uçan, delikten geçen, camdan süzülen birsürü canlı ile ister istemez haşır neşir oluyorum. Mutfağımda bir karınca yuvası var. Bu ev benim mi?

Hayvanı insandan ayıran pek çok sınır hayal edilmiş. Bunlardan belki de en çok öne çıkanı içgüdü. Hayvanların (insanların aksine) içgüdüleriyle hareket eden, şuursuz, makine gibi varlıklar olduğu öne sürülmüş (Rene Descartes, ö. 1650). Kimi zamansa içgüdüler kutsanmış. Akılla erişilemeyecek gizemli bir dünyayla bâtınî (ezoterik) bir ilişki tesis etmeye yaradığı düşünülmüş (Henri Bergson, ö. 1941). “İlkel” bir dürtü olarak görüldüğü için öncelikle hayvanlara, sonra kadınlara, yerlilere, siyahlara yakıştırılmış. Sadece hor görmek için değil (o var), kimi durumda aklın kuruluğu ve sıkıcılığına karşı güzelleme düzmek için.

Fakat her toplum dünyayı aynı şekilde tasnif etmemiş. Çünkü yaşam çok zengin, birsürü başka varolma ihtimalini barındırıyor. Kimi zaman varlıklar arasında daha geçirgen sınırlar hayal edilmiş. Kimi zaman insan olmayanlar komşu olarak, başka bir halk olarak kabul edilmiş. Hattâ (bugün sıkça gördüğümüz üzere) bazı türler (bilhassa kediler ve köpekler) aile ferdi dahi olabilmiş. Bu sınırların ontolojik temelleri hakkında bir ufak açıklamadan sonra, yeni sınırlar/yeni komşular hayal etmenin neden önemli olabileceğini ve adalet kavramını başka türlü düşünmeye nasıl elverdiğini tartışacağım.

Belki müzelerde yahut belgesellerde denk gelmişsinizdir: Bazı yerli topluluklar av esnasında maske takar. Amaç, hayvanı korkutmak değil (zaten avlanacak hayvanın korkutulmaması gerekir), hayvandan gizlenmektir. Gizlenmek deyince modern akla muhtemelen sadece kamuflaj geliyor, yani avı gafil avlamaya yönelik işlevsel bir şaşırtmaca. Oysa maske daha fazlasını gizler. Antropolog Philippe Descola, maske takmaktaki maksadın, hayvanın avcısını tanımasını engellemek olduğunu ileri sürer (Descola 2013 s. 19-20). Çünkü bazı toplumlarda hayvanların intikam alabileceğinden endişe edilir.[i]

İntikam alabileceği düşünülen hayvanlar sadece yırtıcılar değildir. Kuşlar, kemirgenler ve maymunların intikamından da endişe edilir; çünkü Amazon yerlileri (Açuarlar), hayvanları akraba/komşu olarak görür. Kolombiya'daki Makunalar ise potansiyel eş olarak (a.g.e. s. 8)... İnsanlar ve diğer canlılar arasında keskin bir ayrım yoktur: Ağaçlar, hayvanlar, insanların da dahil olduğu her tür, birer “halk” olarak kabul edilir. Yani halkların kardeşliği insan türüyle sınırlı kalmaz. “Kardeşlik” yalnızca olumlu ilişkiler kurulduğu anlamına gelmez. Kıskançlık, düşmanlık gibi olumsuz duygular da gelişebilir. Ancak ne olursa olsun her halkın kendine has töreleri, niyetleri, bilgileri olduğu varsayılır. Dolayısıyla av esnasındaki endişenin kaynağı, öldürme eylemi sonucunda toplumlar arasındaki denkliğin, kurulu dengenin bozulabilecek olmasıdır. Bu yüzden öldürme eylemi esnasında maskenin arkasına saklanılır yahut avın karşılığı olarak ormana (yahut görünmeyen varlıklara) hediyeler verilir.

Bahsi geçen dünya (bizim ontolojik varsayımlarımızdan farklı olarak) insan erkeğinin tepede olduğu ve “az gelişmiş” canlıların aşağı doğru dizildiği (yerliler, kadınlar, çocuklar, hayvanlar, bitkilerden oluşan) hiyerarşik bir üçgen olarak tasnif edilmez. 

Eşik çizgisinin (bizimki gibi) olmayışı, farklı bir ontolojiye dayanır. Okulda ontolojiyi “varlık ve var oluş felsefesi” diye öğrendik. Yanlış değil, ama izaha muhtaç. Ontolojinin temel sorusunu şöyle özetleyebiliriz: Ben neyim; diğer varlıklarla (Tanrı, diğer insanlar, ağaçlar vs.) farkım/ilişkim ne? Philippe Descola'ya göre Orta Asya'dan Afrika'nın belli bölgelerine ve Amerika kıtasına uzanan geniş bir coğrafyada bu soruya (bütün çeşitliliğine rağmen) ortak bir daire etrafında cevap verilmiş. O da şu: Diğer varlıklarla bedenlerimiz (dışımız) farklı; ancak içimiz (ruhumuz, enerjimiz, canımız...) aynı/benzer. Onların da iç dünyası (ruhları) bizimki gibi (Descola 2013 4., 5., 6. ve 11. bölümler). O yüzden hayvanların da komşuluk ilişkileri olabiliyor. Savaşabiliyor, kin güdebiliyor, intikam alabiliyorlar. Temel olarak insan gibi yaşıyorlar. Bütün farklı halkların (insan olsun, olmasın) uyduğu bazı ortak kurallar var.

Descola'nın Şamanlık olarak nitelendirdiği yukardaki çerçeve ile bizim bugün aşina olduğumuz ve fark etmeden kullandığımız çerçeve taban tabana zıt. Bizimki (diyeceğim) kimya ve biyoloji bilimine dayanıyor ve kabaca şunu ileri sürüyor: Bedenlerimiz ortak yapı taşlarından oluşur: su, karbon, hücreler, organlar... Birbirine benzer. O hâlde malzeme, yani kılıf aynıdır. Farklı olan, bizi diğer varlıklardan ayıran içimizdir. İnsanın ruhu/zekâsı vardır, güler, konuşur, ağlar; hayvanlar bundan mahrumdur, içgüdüleriyle hareket eder (Descola 2013 8. bölüm). Özetle biri içimiz aynı, dışımız farklı; diğeri içimiz farklı, dışımız aynı der. Karışıklığı azaltmak adına bahsi geçen ontolojik farkları şöyle görselleştirebiliriz:

Bir noktanın altını çizmek istiyorum: Şamanlar, kartalın insan olduğunu zannetmez; kafaları o anlamda karışık değildir. Ancak insanla hayvanın ortak bir iç tasarımı (ruh, enerji...) olduğunu varsayarlar. Arada aşılmaz bir ayrım değil, geçişlilik görürler. Hattâ kimi özel durumlarda, bazı kişilerin hayvanların “donuna” girebildiğini; yani örneğin kurtların dünyasına geçiş yapabildiğini düşünürler (Harvey 2005 s. 10-21). 

Bir yanıyla iki ontolojik düzen de insan merkezli bir bakışla malûldür. Sonuçta Şamanlar da diğer varlıklara insanî nitelikler atfeder. Ancak kullandıkları ontoloji bugün yaygın olan insan merkezcilikten farklıdır. Bunları birbirinden ayırmak isteyen Descola, insanî nitelikleri diğer türlere aktaran Şamanlığı insan referanslı (antropogenic), bizim aşina olduğumuz Natüralizmi ise insan merkezci (antropocentric) olarak niteler.[ii] İnsan merkezcilikte tek ağırlık merkezi insandır.

Peki ama bir canlının ruhunun olduğunu varsaymak yahut onu komşudan saymak neyi değiştirir?

3.

Manisa-Kula'nın köylerinde yakın zamanlarda ikinci nesil tavuk çiftlikleri kuruldu. Bunlar 70-90 bin hayvan kapasiteli, et tavukçuluğu yapan dev ölçekli kapalı alanlar. Kurulmuş eski çiftlikler ise (eski dediğim 2000'lerin başı) 10-12 bin kapasiteli. Yenilerle rekabette zorlanıyorlar. Tavukçuluk, parça başı sistemi üstüne kurulu. Markasını bildiğimiz tavuk şirketleri kamyonlarla civcivleri getiriyor, çiftliklere teslim ediyor. 45 gün sonra da geri alıyor. Üretici sözleşmeli çalışıyor, kilo başına para alıyor. Zayiat yüzde 7'yi geçerse kendisinden para kesiliyor. Bu sistemde metrekareye 16 hayvan düşüyor. Hayvanlar genetiği değiştirilmiş proteinli, katkı maddeli yemlerle besleniyor, antibiyotikli hava soluyor. Bu dünyada görüp görecekleri bu dört duvar, o da yalnızca bir buçuk ay. Sonra da kesimhane... Çiftleşemiyor, koşamıyor, hattâ doğru dürüst yürüyemiyorlar. Zira etleri şişirilmiş, kemikleri ağır çekmesin diye inceltilmiş, kırılgan; mutanta dönmüşler. Başlangıçta tavuk çiftliklerine fazladan civciv konuyor. Örneğin 13 bin yerine 18 bin... 30 gün sonunda canlılar nefes alamaz hâle geldiklerinde şirketin kamyonu gelip 4-5 binini alıyor, geri kalanlara yer açıyor. Böylelikle işletme tam randımanla çalışmış oluyor. Erken alınanlar öğütülerek (çok sevdiğimiz) kedi-köpeklere mama yapılıyor yahut “piliç” çevirme oluyor. Buna seyreltme deniyor. Ne yaşamına ne ölümüne şahit olabildiğimiz “canlar” seyreltiliyor.

Adalet kırılgandır. Bir tarafın diğerinden açıkça güçlü olduğu durumlarda adaletin tesisi zorlaşır. Nietzsche, adaletin esasının bir tür denge, mütekabiliyet, hesaplı bir değiş tokuş olduğunu ileri sürer (Nietzsche 1994 s. 64). Eğer denge yoksa, biri diğerine ucu bucağı olmayan usûllerde zulmedebilir. Soykırımlar, devletlerin yaptığı katliamlar yahut insanların mezbahalarda hayvanlara yaşattıkları böyle bir asimetriden, yani aradaki (hayalî yahut gerçek) denkliğin kopmasından kaynaklanır. Bizim kanun, din, ahlâk diye anlattıklarımızın önemli bir bölümü aslında bu meseleyle uğraşır: Sınır çeker, ölçü koyar, denge kurar. Tam eşitlik mümkün olmasa da belirli bir daire etrafında kişilere “haddini bildirir”.

Yukarda anlatılan ve hayvanları içi olmayan “etler” olarak hayal edebilen ontoloji, uzun insanlık tarihinin aslında oldukça yakın zamanlarında ortaya çıkmış. Çok işlevsel, çünkü insanı ayırıp nesneleri ve diğer canlıları tek bir kümeye topluyor, kaba bir sınır çekiyor. Varlıkların dışı, yani kılıfları (bedenleri, kemikleri, meyveleri...) hadsiz şekilde insanın hizmetine sunulurken içleri (canları, ruhları, bize benzeyen duygu dünyaları) olmadığı düşünülüyor. Bu şekilde dünyanın geri kalanı nesneleştiriliyor. Bugünkü aşırı birikim, “üretim girdisi” olarak görülen varlıkların işte bu şekilde değer kaybetmesi ile mümkün oluyor (Moore 2015). Denkliğin olmadığı, haddin bilinmediği, komşuluğa dair ortak bir zeminin dahi olmadığı yerde adalet de olmuyor. Sistemli zulüm başlıyor. Sadece yerlilere, kadınlara, kölelere, çocuklara, işçilere karşı değil, tüm diğer varlıklara, tavuklara, ineklere, arılara, ağaçlara karşı...

Buna mukabil diğerinde bir canlıyı öldürmek fabrikalaşamıyor. Şiddet sınırlanıyor. Fakat yazının sonunda “tek yol Şamanlık”, mealinde bir çıkarımda bulunmak istemiyorum. Zaten öyle bir geçiş mümkün değil; çünkü anlattıklarım birer “inanç” değil, dünyayla kurulan son derece maddî ilişkiler. Belirli bir hayat örgüsünün içinde, belirli faaliyetler etrafında yaşanıyor, sadece kafada olup bitmiyor. Yine de şu ân yaşadığımızın, dünyadaki tek ve en doğru ihtimal olmadığını bilmek, bizi diğerlerinden ayıran her tür sınırın (tahakkümünü teslim etmekle birlikte) keyfiliğine vurgu yapmak çok önemli. Antropoloji ve tarih okumanın kıymeti buradan geliyor. Hak, adalet, eşitlik, demokrasi gibi insanlarla sınırlı bazı kavramları daha geniş, yani insan türünü aşacak şekilde yeniden düşünebilir miyiz?

4.

Kargalar doğduklarında insan gibi çaresizdir. Hayatta kalmayı, hattâ uçmayı dahi doğumdan sonra bağ kurdukları diğer varlıktan öğrenirler (bu genellikle dişi karga olur, ama şart değildir). Keza düşmanlarını bile bilmezler. Hiç öğretilmezse, genç karga kendisini yemek isteyen kedinin yanına konabilir. O yüzden kolektif bilgi dağarcığını genç nesillere hızla aktarırlar. Bir karga diğerini “tehlike” karşısında uyarırsa, bu ses genç karganın bedenine nakşedilir, bir daha unutmaz. Kedinin tehlikeli olduğu, bu şekilde diğer nesillere aktarılır.

Kargalar hiyerarşik canlılardır, bir tür aile yapıları vardır. Lider karga (alfa erkeği), hiyeraşinin altından bir eş seçse dahi o eş mertebe atlar, bir numaraya yükselir. Eskiden boyun eğdiği daha iri kargalara dahi diklenebilir. Diğer kargalar da toplumsal hiyerarşiye riayet eder, diklenen eşin façasını bozmazlar. Ancak eğer lider dövüşte yenilirse iki numaraya beraber düşerler (Lorenz 2004).

Kargalarla ilgili bu kadarcık gözlem bile aramızdaki mesafeyi azaltmıyor mu?


[i] Var oluş evrenindeki ihtimaller yalnız bu ikisiyle sınırlı değil. Şamanlığın ve Natüralizmin haricinde Descola iki ayrı küme daha tarif eder: Afrika'dan Çin'e uzanan geniş bir coğrafyada yakın zamanlara kadar kullanılagelmiş benzerlikler ontolojisi (Analoji) ve daha çok Avustralya yerlileri ile sınırlı kalmış Totemizm. Her biri, beni diğerlerinden ayıran nedir, sorusuna farklı cevaplar üretmiştir. Toplumsal yapı, akrabalık ilişkileri, mimarî ve hattâ inançlar bu sorulara verilen cevaplar doğrultusunda şekillenmiştir.

KAYNAKLAR

Descola, Philippe. 2013. Beyond Nature and Culture. Çev. Janet Lloyd. Chicago & Londra: University Of Chicago Press.

Harvey, Graham. 2005. Animism: Respecting the Living World. New York: Columbia University Press.

Lorenz, Konrad. 2004. ‘Die zeitlosen Gesellen’. Er redete mit dem Vieh, den Vögeln und den Fischen, içinde. Münih: dtv Verlagsgesellschaft.

Moore, Jason W. 2015. Capitalism in the Web of Life: Ecology and the Accumulation of Capital. New York: Verso.

Nietzsche, Friedrich. 1994. Human, All Too Human. Çev. Stephen Lehmann. Londra: Penguin Classics.

[ii] Hemen bir şerh düşeyim: Sınırlı sayıdaki toplumdan bahseder Descola, dolayısıyla maske sembolünün evrensel açıklamasını sunmaz.

İyi bir komşu her pazartesi T24'te

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında düzenlenecek 15. İstanbul Bienali, “iyi bir komşu” başlığını taşıyor. 

Mahallelerin ve ev içi yaşantılarının dünyanın her yerinde geçirdiği köklü değişimler, bir arada var olma şekillerimizin uğradığı değişimleri konuşmayı da zorunlu kılıyor. “iyi bir komşu”nun kim olduğu, aynı zamanda kendimizin “iyi bir komşu” olup olmadığı sorusunu soran İstanbul Bienali, T24 işbirliğiyle internet ortamında bir sohbet başlatıyor.

Bienal başlayana dek her pazartesi sürpriz bir yazar, sanatçı, akademisyen, mimar, psikanalist veya gazeteci T24’te “iyi bir komşu” hakkında yazıyor.

15. İstanbul Bienali

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın 1987 yılından bu yana düzenlediği İstanbul Bienali’nin 15'incisi, 16 Eylül-12 Kasım tarihleri arasında sanatçı ikilisi Elmgreen & Dragset’in küratörlüğünde, “iyi bir komşu” başlığıyla gerçekleştirilecek. Koç Holding sponsorluğunda düzenlenecek ve iki ay boyunca ücretsiz olarak gezilebilecek 15. İstanbul Bienali’nde, birbirine komşu mekânlarda yer alacak serginin yanı sıra bir dizi performans ve konuşma da düzenlenecek.