“Sevgililer Günü Katliamı” ünlü mafya babası Al Capone için sonun başlangıcıydı.
Polis kılığına soktuğu tetikçileri rakip çetenin adamlarını pusuya düşürmüş ve 1929 yılının 14 şubat gününde unutulmayacak bir katliama imza atmışlardı.
O güne kadar Al Capone’un kanun tanımazlığına, küstahlığına, şiddetine alışmış, her gün bir cinayet haberi duymayı hayatının parçası haline getirmiş Chicago halkı bile böyle bir katliamdan sonra Al Capone’a “yeter artık” demişti.
Tüm şehri karşısına almak da Al Capone için düşüşün başlangıcı olmuştu. Hikayenin gerisini biliyorsunuz.
Başbakan’ın kızlı-erkekli çıkışı da buna benziyor biraz.
Her gün demokrasiyi ve insan haklarını ayaklar altına almasına alışmış olsak da, danışman, gazeteci, vali, belediye başkanı ya da milletvekili kılığına soktuğu tetikçilerinin her gün bu ülkenin huzurunu ve geleceğini öldürmelerine artık elden bir şey gelmese de Başbakan’ın bu son “zırvasından” sonra en yakınındakileri bile kendisine dilleri döndüğü kadarıyla “Yeter!” dediler.
Ve Başbakan’ın hiç karşılaşmayacaklarını sandıkları yüzüyle sonunda onlar da tanıştılar.
Başbakan sık sık olduğu gibi ipin ucunu kaçırdığı zamanlar, çoğu zaman ikna edici olmasa da çocuk doktoru ses tonuyla ortamı sakinleştirme çabalarına alıştığımız Bülent Arınç’a bile o karanlık yüz kendisini göstermekten kaçınmadı.
Öyle ki Başbakan Yardımcısı Arınç’ın Başbakan’ı eleştiren sözleri, medyada dekolte modasının öncüsü Rasim Ozan Kütahyalı tarafından “darbe projesi” olarak nitelendirildi, sonra da Arınç’ın konuşması partisinin resmi sitesinde sansüre uğradı.
Sansür denilince tabii bir durmak gerek. Çünkü insan ister istemez olmayan sansürle ilgili “komşular yetişin” diye feryat figan bağıran Orhan Miroğlu gibi isimlerin Arınç’a uygulanan gerçek sansürle ilgili de birkaç kelime etmesini bekliyor.
Yardımcı olacaksa şöyle bir başlangıç tavsiye edebiliriz: “Arınç ve ailesi PKK’ya hizmet ediyor”.
Köşe yazılarında konuyu dağıtmak pek akıllıca değildir ama bu defalık değdi doğrusu.
Devam edelim.
Taraf Gazetesi’nden öğrendiğimize göre ise iş bununla da kalmamış. Başbakan’ın danışmanları medya yöneticilerini de arayarak (sanki gerek varmış gibi) gazetelerde Arınç’ın konuyla ilgili açıklamalarının küçük görülmesi konusunda tavsiyede bulunmuş. Bir de açıklamaların “sitem” başlığı ile verilmesini istemişler.
Bülent Arınç’ın “Birilerinin kum torbası haline getirilmek istemem” sözleri parti içinde Başbakan’la ilgili huzursuzluğun artmaya başladığını da gösteriyor.
Mesela AKP Kurucu Genel Sekreteri ve Başbakan eski Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır da Başbakan’ın geldiği noktayı kavramakta zorlananlardan.
Yalçınbayır, Başbakan’ın diktatörlüğünü “muhafazakar demokratlık” kisvesi altında pazarlamaya çalışmasına itiraz ederken bir yandan da aslında Başbakan’ın bu hale gelmesine kimlerin neden olduğunu da açıkça söylüyor: “… Eğer muhafazakar demokrat derseniz, muhafazakarlığı baskı unsuru haline getirirsiniz ve bu toplumsal barışı sağlamakta yetersiz kalabilir. Bu bir görüştür ve saygı duyarız. Biz AK Parti’yi muhafazakar demokrat bir parti olarak kurmadık. Kuruluşunda ve sonrasında, hiçbir yazılı metninde muhafazakar demokrat olarak yazmaz. Muhafazakar demokrat tabiri, bu süreçler içinde Yalçın Akdoğan’ın yazmış olduğu ‘Muhafazakar Demokrat’ diye isimlendirilen kitapta yazılıdır. AK Parti’nin kuruluşu böyle değildir...”
Sadece Yalçınbayır rahatsız değil tabii ki Başbakan’ın geldiği noktadan.
AKP’nin kurucularından Ayşe Böhürler de üstelik Yeni şafak gibi bir gazetede konuyla ilgili rahatsızlığını şöyle dile getirdi. Metne sadık kalarak daraltıyorum: “… Ömrümün büyük bölümünü farklı kesimler arasında köprüler kurmaya çalışarak geçirdim. Kimseyi yargılamadan, anlamaya çalışarak. Çünkü Kuran-ı Kerim’i her okuduğumda değiştirebileceğim tek şeyin sadece ve sadece kendim olduğunu görürüm. Rad suresindeki ‘Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah da bir toplumun durumunu değiştiremez’ ayeti hep gözümün önündedir. Belki de bu nedenle ‘tek tip-tek ses’ bir toplum olmaya hep isyan ettim. Bu ‘ses’, bu ‘tip’ ne olursa olsun. Böyle bir inanç çerçevesine rağmen dayatmacılığı –başkasının iyiliği için olduğuna inanılsa bile-, baskı ile ahlak bekçiliği yapmayı hiçbir zaman bir müminin görevi olarak görmem. Değil ki seküler kimliği olan bir devletin. İnsanı da şeytanı da yaratan bir Allah’a inanıyorsak, ahret gününde imtihana tek tek gireceğimizi ve aslında ‘dediğim olacak’ şeklinde bir anlayışın da imtihana tabi olacağını biliriz…”
Radikal Gazetesi’nin haberine göre ise AKP Denizli Milletvekili Nihat Zeybekci de, “öğrenci evleri” tartışmalarının Denizli üzerinden yapılmasından rahatsız olduğunu söyleyerek, "Öğrenci evlerine yargı kararı olmadan kimse dokunamaz. Özel hayata kimse müdahale edemez" dedi.
Yükselen bu sesler iyiye işaret aslında.
Parti içinde özellikle Gezi’den sonra gizliden gizliye de olsa artmaya başlayan Başbakan’la ilgili şüphelerin bu son olayla birlikte yüksek sesle dile getirilmesi bir şeylerin değişeceğini gösteriyor.
Başbakan artık en yakınlarının bile tanıyamadığı ve en yakınlarının bile gözünün yaşına bakmayan biri haline geldi.
Bu çıldırmışlık hali hiçbir şey olmamış gibi devam edemez, bir şeyler mutlaka değişecek.
Şimdi karar verme sırası AKP’lilerin.
Çıktıkları yola, aklı karışmış bir diktatörle devam edip tarihe mi gömülecekler yoksa Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dediği gibi lokomotifi değiştirip “devrime” kaldıkları yerden devam mı edecekler?