Erdoğan, “Bana diktatör diyorlar…” diye yakınarak, bir diktatörlüğün halkına karşı sürdürdüğü psikolojik savaşta kendi payına düşen başrolün hakkını verdiği sıralarda, Okmeydanı’nda, ona diktatör diye seslenenleri yine haklı çıkartacak bir olay daha yaşandı.
Aylardır, diktatörlerinden aldıkları emrin, kah korku içindeki çocukları yaka paça gözaltına alarak, kah tekme tokat döverek, bazen insanları plastik mermi ya da gaz kapsülleriyle vurarak, bazen karanlık bir sokakta köşeye sıkıştırıp linç ederek, çok canları çekerse de bir tane kafalarına sıkarak “tadını çıkartan” polis, dün Okmeydanı’nda otuz yaşında bir insanı daha vurdu.
Bu defa gerçek mermiyle…
Öfkelendim, üzüldüm, isyan ettim ama şaşırmadım…
Şaşırmadım çünkü bir ülkede işler, bir başbakanın insanları yumruklamasına kadar varmışsa o ülkede artık ne olursa olsun şaşılacak bir şey kalmamıştır.
“Cenaze evi”nde insanları yumruklayan bir başbakanın yönettiği ülkede, polisin cenaze kaldıran insanları vurmasına şaşırmak, saflıktan tutun ahmaklığa kadar giden tüm sıfatları hak eder bana kalırsa.
Diktatörümüzden, “Bunlar, Türkiye’de yaşamanın fıtratında var” “tespit”inin gelmesi de yakındır zaten…
Kendisinden pek hoşlanmam ama böyle bir açıklama yaparsa bu defa haksızlık etmiş olmaz.
Bu ülkede yaşamanın “fıtratında”, polis kurşunuyla vurulmak yok diyebilir misiniz?
Bu ülkenin “fıtratında” boş yere, haksız yere ölmenin olmadığını söyleyebilir misiniz? Bu ülkede garip bir şekilde faili meçhul diye anılan devlet cinayetlerinin hala herkesin gözü önünde yaşanmadığını iddia edebilir misiniz?
Ne yazık ki Erdoğan’dan önce de bu topraklarda dünyaya gelmenin fıtratında bunlar vardı.
Ama o da değiştirmedi bunu.
Değiştirecekmiş gibi yaptı, değiştirecek güce ve şansa ulaştı ama değiştirmedi.
Her gün yazılarıyla “Erdoğan nefreti”ni her şeyden çok besleyen ve güçlendiren yandaş köşe yazarlarının, kendilerine çok şaşırtıcı gelen bu “akıl almaz” nefretin nedenini anlamalarına, Erdoğan’ın bu “fıtratı” değiştirecek güce ve şansa sahip olduğu halde bu yolu tercih etmediği gerçeğini kabullenmeleri belki yardımcı olur.
O gazetecilerin bir türlü anlamlandıramadığı “nefret”in en önemli nedenlerinden biri, Erdoğan’ın o şansı ve gücü söz verdiği gibi bu ülke için değil sadece kendisi ve çevresindeki asalaklar için kullanmasıdır.
Ülke tarihinin en sefil ihanetlerinden biri olarak hatırlanacak bir sürecin doğurduğu bu haklı nefreti anlamak bu kadar zor olmamalı halbuki.
İçinde halkına ihanet de var, inançlarına ihanet de var, hatta çok emin değilim ama belki kendine ihanet bile var…
O, insanları yumruklayan, polislere vur emri veren, yolsuzluk ve hırsızlığa bulaşan, kanun tanımayan bir diktatör olmayı tercih etti.
Halbuki onun önünde bu toplumun bütün geleceğini olumlu biçimde değiştirecek bir yol açılmıştı, o yolda yürüyeceğine söz verip sonra karanlık bir rotaya sapıverdi.
Ülkeyi, biraz sonra nasıl bir felaketle karşılaşacağını kimsenin kestiremediği bir korku labirentine çevirdi.
Tarihimizle, kültürümüzle, bilgimizle, aklımızla, insanlığımızla, vicdanımızla, biz bu kadarına müstahak değiliz.
Ve AKP’liler siz de değilsiniz… Fakat hepimize layık gördüğünüz bu kaderin bedelini ödemekten siz de kurtulamayacaksınız.
Bu aralar hayat sizler için hiç olmadığı kadar imkanlarla dolu olsa da, utanılacak günahlarına gözlerinizi ve vicdanlarınızı kapattığınız, uğruna inançlarınızı birer oyuncak haline getirdiğiniz diktatörünüzün bu tercihinin bedelinden sizler de kaçamayacaksınız…
Ne de olsa beraber yürüdük bu yollarda… Diktatörünüzün kapımıza kadar getirdiği felaketlerden siz de herkesle birlikte payınızı alacaksınız.
Devletin güçlerinin sokaklarda insanları öldürdüğü, katillerin hesap vermediği, önlenebilecek faciaların sıklıkla yaşandığı, yolsuzluğun, hırsızlığın alıp başını gittiği, hiçbir yasanın tanınmadığı bir cehennemde başörtüsü özgürlüğünün veya andımızı okumak zorunda kalmamanın demokrasi için yeterli olmadığının elbet farkına varacaksınız…
Bu korkunç bataklıkta, eğer varsa servetlerinizin de beş para etmeyeceğini göreceksiniz.
Yarattığınız bu büyük kaosun ortasında bizim tek tesellimiz, sizin de arkasına saklandığınız tek kalkanınız “dağdan ölüm sesinin” gelmemesiydi.
Dağdan ölüm sesi gelmiyor ama sokaktan, evden, camiden, cem evinden, okuldan, madenden, cephanelikten, meydanlardan, denizden, ormandan veya havadan, her yerden ölüm yağıyor.
Sokaklarda çatır çatır adam vuruluyor.
Hiçbir yerden ölüm sesi gelmese olmuyor mu? Ölümün sesi bir yerde kesilince mutlaka bu ülkenin başka bir yerinde mi duyulacak?
Siz hala “dağdan ölüm sesi gelmiyor, bu nedenle de Erdoğan’a sakın diktatör demeyelim” diyorsunuz ama bu ülkenin sokaklarında insanlar ölüyor? Onları öldürtene ne diyeceğiz?
Size göre, “Başbakanı yuhalarsan tokadı yersin” dediğinde ya da gerçekten de kendisini yuhalayanları tokatladığında bile ona diktatör “yakıştırması” yapmayalım…
Polisi her gün insanları vursun, kendisi vurulan çocuklara terörist desin fakat biz onu bağrımıza basalım, “diktatör” gibi haksız “yakıştırmalarla” kendisini yıpratmayalım…
Siyaset yapacaksak cübbemizi, paltomuzu, ceketimizi çıkaralım; madenlerde, cephaneliklerde, sokaklarda öleceksek de itiraz etmeden kabullenelim.
Birisine “diktatör” demek için kendisine oy vermeyen herkesi bir seferde öldürtmesi mi gerekiyor?
Teker teker öldürünce sayılmıyor mu?