Bazı gazetelere bakarsak Başbakan her zaman olduğu gibi bir yurt dışı ziyaretinden dünyayı kendine ve ülkemize hayran bırakarak döndü.
Gitti, olan bitenin aslını bir güzel anlattı, muhatapları kendisini ağızları açık dinledi, “günahınızı almışız”, “zaten Türkiye’de olan Türkiye’de kalır” dediler, o da “herhalde, ne sandınız” dedi ve sorun da böylece halloldu.
Artık AB düşünsün. Ne kadar önyargılı davrandıklarını görmüşlerdir herhalde. İlla Başbakan’ın oralara kadar gidip anlatması mı gerekiyordu olan biteni?
Başbakan’ın bu ülkenin insanlarının zekasıyla ilgili tahminlerine hayranlık duymamak çok zor gerçekten. Kabul, kendisine medyada destek verenlerin zekayla pek bir ilgisi kalmadı, en “akıllıca” hareketleri Başbakan ne derse kafa sallamak olduğu için zekalarını kullanmayı tercih etmiyorlar uzun zamandır. Oyları kemikleştirmeye çalışırken beyinleri kemikleştirmenin faturası ileride karşılarına çıkacaktır ama şimdiden bu “riski” düşünüp akılları karıştırmanın ne lüzumu var?
Fakat Başbakan’ın herkesi medyadaki yardakçıları gibi rahatlıkla kandırılabileceğini düşünmesine hayranlık duymamak elde mi Allah aşkına?
Brüksel dönüşü, Başbakan’ın uçağında yer almanın ilk şartının o ne derse onaylamak ve çoğaltmak olduğunu çok iyi bilen ve zaten tam da bu nedenle o uçakta yer alabilen gazetecilere AB toplantısının perde arkasını anlatan Başbakan, her şeyin yolunda olduğunu, yanlış anlaşılmaları giderdiğini, AB yetkililerinin kendisini haklı bulduğunu söylerken, herkesin bu yalanlara kanacağını düşündüyse eğer buradan bu yaklaşımının sadece ilginç olduğunu söylemekle yetinebilirim.
Yine de Başbakan akıl oyunlarına ne kadar devam ederse etsin AB tarafından gelen değerlendirmelere bakacak olursak, örneğin AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Helen Flautre’ın, “Erdoğan, ülkesinde yargı ve emniyette yaşanan dramatik görev değişiklikleriyle ilgili sorularla karşılaştığında, Avrupa Parlamentosu vekillerini ikna edici cevaplar veremedi. Tıpkı Gezi olaylarını bertaraf etmek için kullandığı argümanları kullanarak, yolsuzluk soruşturmalarını ülkesindeki istikrarı bozmak isteyen bir dış girişim olarak yorumluyor. Yargının yeniden düzenlenmesinin Meclis’teki çoğunluğun egemenlik alanına girdiğini savunuyor” sözlerine kulak verirsek işin iç yüzünün hiç de Başbakan’ın uçak konuşmasındaki gibi olmadığını görürüz.
Başbakan’ın uçağın pilotundan daha iyi uçtuğu kesin ama önümüzdeki günlerde, ayakları yere basmak zorunda kaldığında kendisini zorlu ve zorunlu bir seçim beklemekte.
Ya AB’nin talepleri doğrultusunda yargıyı yürütmenin boyunduruğuna sokma girişimlerine bir son verecek ve hukukun üstünlüğüne boyun eğecek ya da AB’nin kriterlerini bir kenara bırakacak ve kurulduğu günden bu yana kendi başına evrensel hukuk standartlarını ve demokrasiyi benimseyememiş bu ülkenin geleceğini değiştirecek AB üyeliği ihtimalini tamamen ortadan kaldıracak.
İşte işler tam da burada karışıyor.
Çünkü Başbakan eğer ilk yolu seçerse, yani yargıyı rahat bırakıp işini yapmasına izin verirse, milyonlarca dolarlık yolsuzluktan tutun da Gezi olaylarında insanları öldüren polislere emri kendisinin vermesine, oradan da Roboski katliamına kadar birçok hukuksuzluğun hesabını vermek zorunda kalacağının farkında. Kısacası eğer hukuka saygı gösterirse kendisi için yolun sonunun geldiğini hepimizden daha iyi biliyor.
Geriye diğer seçenek kalıyor. Yani bildiğini okumaya devam etmek, hukuku öldürmek, ülkeyi AB standartlarına taşımamak.
Generallerin Başbakan’ın izni olmadan soruşturulmasını engelleyen yasa değişikliği, her gün yaşanan görevden almalar, soruşturma dosyalarına el konulması, içinde ne bulunduğunun kimseyi ilgilendirmemesi emredilen TIR’larda arama yapmak isteyen savcıların başlarına gelenler, internet yasası, yolsuzluk soruşturmalarıyla ilgili alınan yayın yasakları, Adalet Bakanı’nın, bir müsteşarın bir başsavcıyı tehdit etmesinin yadırganmaması gerektiğini belirtmesi gibi gelişmeler, yargılanma riskiyle karşı karşıya olan Başbakan’ın ikinci seçenekten vazgeçmeye pek razı olmadığını gösteriyor.
Başbakan’ın bu seçeneği tercih etmesi kendisi için güzel günlerin habercisi olabilir mi peki?
Bu soruya “evet” demeden önce bu ülkeye AB ülkeleri tarafından yapılan yatırımların öneminin iyice farkında olmak ve onların bize değil bizim onlara muhtaç olduğumuz gerçeğini utanmadan sıkılmadan kabullenmek gerekir. Üstelik paradan da önemli olanı AB standardındaki hukuka sahip olmak. O standartta hukuk olmadığında, hukukun güvencesini kaybeden ekonomi de sarsılmaya başlıyor.
Merkez Bankası’nın piyasaya 2 milyar dolar sürdüğü gün doların 2.29’a fırlaması, borsanın tepe üstü gitmesi, yabancı yatırımların hızla azalması, TÜSİAD’ın yıllardır rastlanılmayan sertlikteki eleştirileri ekonomideki kriz halini açıkça ortaya koyuyor zaten.
Dolayısıyla bu ülkeyi Ortadoğu’nun Kuzey Kore’si yapmak belki Başbakan’ın soruşturmalardan yakasını kurtarmasına yarayabilir fakat işin sonunda ekonomisinin tepetaklak olduğu bir ülkenin Başbakanlığını devam ettirmek imkânsızlaşır.
Ortada duran iki seçenek de Başbakan için hayırlı gözükmüyor. Onun için oturup üzülecek halimiz yok. Sadece “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısı yerine artık sözleri ve bestesi Neşet Ertaş’a ait olan “Kendim ettim, kendim buldum” parçasını diline dolamasını tavsiye edebiliriz kendisine.
Tabii çok büyük geçmiş olsun dileklerimizle beraber.