Kerem Altan

21 Ekim 2014

Barış ve faşizm

İki yıldır, olmayan bir barışın iyi ücretlerle komisyonculuğunu yapıyorsunuz, iki yıldır da Türkiye sizin barış feryatlarınızın arasında faşizme gidiyor

Bir anlığına, en “makul şüpheleri”mizi bile bir kenara bırakıp, “Barış Süreci”nin hayırlı bir şekilde sonuçlandığını varsayalım…

Diyelim ki, İmralı ve AKP arasındaki bütün pürüzler giderildi, silahlar tamamen sustu, hatta PKK, hükümetin görünürdeki tek şartını yerine getirip silahlarını bıraktı ya da silahlı güçlerini sınır dışına gönderdi…

Diyelim ki, iktidar da verdiği sözü tuttu ve PKK’nın silahlara veda etmesinin ardından Kandil’dekilere siyasetin yolunu açtı, dağdan inenlere de hiçbir yaptırım uygulamadı…

Dediğim gibi, varsayalım böyle oldu…

Peki, lütfen en “akil” olanınızı, tabii bir de bulabilirseniz aranızda dalkavukluğa en az bulaşmış olanınızı bulun ve o, şu soruya cevap versin (sadece “Akil İnsanlar”dan bahsetmiyorum, uçsuz bucaksız yandaş sürüsü de bu soruyu yanıtlayabilir):

Yeni “Yargı paketi” ve “güvenlik önlemleri” adı altında bunların üstüne eklenecek yeni diktatörlük yasalarıyla, bu barış halinin ne kadar devam edebileceğini düşünüyorsunuz?

Biliyorum, kazık bir soru oldu ama izninizle bir iki soru daha soracağım…

“Kürt sorunu” denilen şeyin ortaya çıkmasına neden olan baskıları, insan hakları ihlallerini, demokrasi eksikliğini, faşist uygulamaları yeniden hiç olmadığı kadar canlandıracak yasalarla, kalıcı bir barış halinin devam edebileceğine samimi olarak inanıyor musunuz?

Kendisine muhalif olan herkesi “makul” bulduğu “şüpheler”le gözaltına almayı kafaya koymuş bir iktidarın sadece Kürt sorununu yeniden diriltmekle kalmayıp bu ülkenin başına bir de “Türk sorunu” açacağını, hatta Gezi’den beri bu tehlikeyi körükledikçe körüklediğini göremiyor musunuz?

O meşhur “ışık” mı körleştirdi gözlerinizi yoksa boyunuzu fersah fersah aşan iktidar nimetleri mi?

Yoksa sadece “barış” kelimesinin o sihirli sesini her zamanki kurnazlığınızla insanların kulaklarına üfleyip, yanaşması olduğunuz, hırsızlıklarla, yolsuzluklarla, cinayetlerle kirlenmiş iktidarın varlığını biraz daha sürdürebilmesi için mi bütün bu gayretleriniz?

Daha Pazar günü barış için, “Önce kamu düzeni” diyerek son yargı paketini işaret eden “oyuncak başbakan” bu soruların hiç de yersiz olmadığını ortaya koymadı mı?

İktidarın “kamu düzeni”nden anladığı şey, muhaliflerin susturulması ve insan haklarının ortadan kaldırılması iken nasıl bir barışın peşinde olduğunuzu veya bu sahte barışın ne kadar sürdürülebileceğini sanıyorsunuz?

İki yıldır, olmayan bir barışın iyi ücretlerle komisyonculuğunu yapıyorsunuz, iki yıldır da Türkiye sizin barış feryatlarınızın arasında faşizme gidiyor.

Rica etsem, “barış süreci” ile “faşizm süreci” arasındaki bu muhteşem “korelasyonu” bir de çizerek anlatabilir misiniz acaba?

“Adın ne...”

Bildiğiniz gibi Ruşen Çakır geçtiğimiz hafta, havuz medyasının son üyelerinden Vatan gazetesindeki yazılarına son verdi...

Çakır, Vatan’daki yazılarına son verirken de şu açıklamayı yaptı veda yazısında: “Gazetecilik artık Türkiye’de muteber bir meslek değil. Ama benim gibi birçokları için bir tür alın yazısı oldu bu meslek. Galiba gazetecilik mezara kadar yakamı(zı) bırakmayacak. Bakalım…” (diken.com.tr)

Çakır’ın başlangıçtaki tespitine katılmamak oldukça zor. Zaten benim kafamı karıştıran da Çakır’ın tespiti değil, bu “eşsiz” tespiti yaptıktan sonra kapağı attığı yer…

Belki biliyorsunuzdur ama yeri gelmişken hatırlatayım; Ruşen Çakır bu hafta itibariyle Habertürk’te yazmaya başladı…

Yani, insanı derinden etkileyen o hüzünlü vedadan sonra Çakır, Habertürk’e sığındı…

Hani şu “Alo Fatih”in yuvalandığı, kamuoyu araştırmalarının çarpıtıldığı, yetmeyince Fehmi Koru gibi birinin hükümet komiserliği görevi için apar topar yerleştirildiği, en önemlisi de gazeteciliği, yıllar süren çabalarıyla muteber bir meslek olmaktan bizzat çıkaran Fatih Altaylı’nın yazdığı gazete…

Vatan’dan şikayet ederek gazetesini değiştirip Habertürk’e geçen Çakır’ın durumunu anlatacak eski bir fıkra var ama son yılların modasına uyup otosansür uyguluyorum ve bir sözü değiştiriyorum…

Adamın biri mahkemeye başvurmuş, “adımı değiştirmek istiyorum” demiş.

Hakim sormuş:

- Adın ne?

- Hüseyin Popo...

- Haklısın, demiş hakim. Peki adını ne yapmak istiyorsun?

- Hasan Popo...