Motorspor dediğimiz “otomobil ile yapılan sporların” gerek otomobil gerek insan “gelişmişliği” açısından en üst müsabaka tarzı “Formula 1” yarışlarıdır. Bu vasfından ötürü Grand Prix-Büyük Ödül diye de anılır.
İşte bu F 1 pilotları arasında en önemlilerinden biri olan Avusturyalı Niki Lauda’yı geçenlerde 70 yaşında kaybettik.
Niki Lauda’yı diğer pilotlardan ayıran en büyük “gelişmişlik” özelliği –aslında hepsinde ama az ama çok bulunan- kazanma hırsıdır.
FIA -Federasyon International Automobil- Uluslararası Otomobil Federasyonu- her yıl bu yarışlarının yapılacağı otomobillerin üretim “formülünü” ilan eder. Bu “formül” otomobilin ağırlık, motor yapılandırılması, dış aerodinamik formu, fren sürtünme alanı vs. vs. gibi doğrudan performansı kapsayan ögeleri kapsar. Başka “formüller” de düşünülmüştür Daha küçük tek kişilik otomobiller F-2 ve F-3 diye anılır. Formula Ford veya VW ya da Renault da vardır; motor markalarından isim alırlar. Binek otomobillerin az veya çok modifikasyonu ile üretilen ya da “modifiye edilen” otomobiller ile pistlerde veya asfalt/toprak yollarda yapılan yarışlarda (ralliler) de çok popülerdir.
Elektronik uygulamaları 1970’li yıllarda artık Formula 1 de kullanılmaya başlanmıştır. Ferrari ilk olarak ground effect-yer efekti denilen yol ile otomobilin altı arasındaki “hava geçiş“ ilişkisini keşfetmiş böylelikle Ferrari otomobilleri adeta yola yapışmaya yani ötekilerden çok daha iyi “yol tutmaya” başlamıştı. Niki Lauda bahsettiğim inanılmaz hırsını 1976 F1 sezonunda gösterdi.
1976 Formula 1 sezonuna Ferrari bir önceki yıl olduğu gibi yine en güçlü takım ve Lauda ise favori olarak başladı.
Sezon ortası geçmiş, ünlü Nurgburgring’de Almanya Grand Prix’ine gelinmişti.
McLaren'in yeni pilotu İngiliz James Hunt, 1975'teki performansıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı.
Sezonun 10'uncusu olan bu yarışta, Lauda ve Hunt favoriydi. Ancak Lauda, pistin bu durumu ile çok tehlikeli olduğunu ya iptal edilmesi ya da kısaltılmasını teklif eder. Yarışçılar kabul etmez.
Yarışa Hunt pole, Lauda ise ikinci sırada başlar. İlk yedi yarışın dördünü kazanan Lauda ve Ferrari için başta her şey yolunda gitmektedir…
Lauda'nın takım arkadaşı Regazzoni, yarışa iyi bir başlangıç yapar, liderliğe yükselir. Ancak, daha sonra aracının kayması sonucu dördüncülüğe geriler.
İlk turda zaman kaybeden Lauda ise gaza basar. Ancak, aracının arka süspansiyonunda yaşanan problem sonucu direksiyon hâkimiyetini kaybeder ve bariyerlere çarpar.
Bariyerlerden geri seken araç, pistte Hereld Ertl ve Brett Lunger'in araçlarına çarpınca alev alır ve yanmaya başlar.
Bazı pilotlar Lauda'nın yardımına koşarlar ve araçtan çıkarırlar. Ancak durumu pek iyi değildir. Yüzü başta olmak üzere elleri ve vücudunun birçok yeri ciddi şekilde yanmış, Ciğerleri ısı ve benzin alevi dumanından hasar görmüştür.
Lauda hastanede ölüm kalım savaşı verirken, yarış kısa bir aranın ardından yeniden başlar. Lauda'nın rakibi James Hunt damalı bayrağı gören ilk isim olur.
Aradan bir buçuk ay geçer. Lauda, Avusturya ve Hollanda Grand Prix'lerine katılamaz; 12 Eylül'deki İtalya Grand Prix'sinde yarışacağını açıklar. Ancak, tedavisi bitmeyen Lauda'nın yaraları henüz iyileşmemiştir. Buna rağmen sargılar içinde pistlere geri dönen Lauda, beşinci sırada başladığı yarışı dördüncü bitirir.
Hunt ile Lauda'nın arasındaki puan farkı hızla kapanmaya başlar. Kanada ve Amerika'daki yarışlarda Hunt tarafından geçilen Lauda, şampiyonun belirleneceği son yarış olan Japonya Grand Prix'sine üç puan farkla girer.
Geçirdiği kaza ve kaçırdığı iki yarışa rağmen Lauda, hâlâ şampiyonluğa yakındır.
Hunt ve Lauda, yarışa ikinci ve üçüncü sıralarda başlar. İyi bir start alan Hunt, birinciliğe yükselir. Ancak, hava koşulları Almanya'daki gibi ciddi güvenlik sorunu yaratır.
Nurburgring’deki kötü tecrübesi yüzünden Lauda, hayatının şampiyonluktan daha önemli olduğunu söyleyip, ikinci turda yarıştan çekilir. Hunt ise risk alarak yarışı üçüncü tamamlar. Ancak kazandığı dört puan, kariyerinin ilk ve tek şampiyonluğunu getirir. Lauda'yı bir puan farkla olsa da geçmiştir.
1977 sezonunda ise beklenen olur.
Lauda, ezeli rakibi Hunt'a 32 puan fark atarak ikinci şampiyonluğunu kazanır.
1978'de Ferrari'den ayrılıp Brabham takımında yarışmaya başlar. Ancak, şansı yaver gitmez. Sezonu dördüncülükle tamamlar. 1979 sezonu ise daha kötü sonuçlanınca, Lauda Formula 1'e veda ettiğini açıklar.
Lauda iki sezon sonra McLaren pilotu olarak Formula 1'e geri döner. 1982 ve 83'te oldukça kötü sonuçlar alır. Vasatın üzerine çıkamaz ve hayal kırıklığı olur.
Ancak 84’te inada şans da ilave olur ve iyi bir sezon geçiren Lauda, Alain Prost'un yarım puan önünde üçüncü kez şampiyonluğa ulaşır. Lauda 36 yaşında 13 yıllık F1 kariyerini bu şekilde noktalar. Daha sonra ise Formula 1'e yönetici olarak geri döner ve bugün pistlerin tozunu atmakta olan Mercedes takımının kurulmasında ve çalışmasında engin tecrübesi ile birincil bir katkı sağlar.
Bugün Lauda’ya ve diğer Alman pilotlara baktığımız vakit başka “etnik” guruplara mensup pilotlardan daha “gelişmiş” olduklarını görüyoruz.
Otomobil yarışları tarihinin derinliklerine baktığımız vakit gözümüze çarpan Hans Stuck, Bernt Rosemeyer, Hans Hermann gibi şampiyonlar ile başlayıp, Karl Kling, Jochen Rindt, (Öldükten sonra şampiyon olan tek F1 Pilotu), Jochan Mass ile devam eden ve günümüzde artık efsane olan Michael Schumacher ile devam eden dikkat çekici bir liste görülüyor. Çağdaş olanlar ise Nico Roseberg ve Sebastian Vettel.
Bu etnisite işini biraz geliştirirsek, sadece motorsporda değil, hayatın diğer dallarında da birkaç ülke insanının diğerlerine nazaran çok daha “gelişmiş” olduğunu fark ediyoruz.
Endüstride de dünyanın ilk “seri üretim otomobili Mercedes’i” yapan ve patentini alan Karl Benz de bir Almandır.
Ülkemize bakınca ise en popüler spor dalımız futbolda orta-alt bir gelişmişlik seviyesinde olduğumuz görülüyor.
Acaba bizim Anadolu insanı sadece güreş gibi daha çok fiziki kuvvete dayanan sporlarda mı başarılı oluyor? Yani çoğunun iddia ettiği gibi “Biz Yapamaz mıyız?”
Son senelerde bu teoriyi zorlayan olaylar olmakta; Milli Futbol Takımı’mızda hayatımıza birden bire giren gençler görünmeye başladılar. Bu “yeniler” birden bire milli takıma girdiler ve gidip dünya şampiyonu Fransa’yı yeniverdiler.
Yenmek ile kalmadılar 90 dakika kendilerine ne dendi ise ısrar ile uyguladılar, bir dakika bile oyun disiplininden kopmadılar.
“Nasıl oldu bu iş!” derken birde baktık ki bu gençlerin çoğunluğu Almanya ve Avrupa doğumlu ama; ana baba Türk; yani “etnik” olarak bunlar Türk oğlu Türk. O zaman “biz yapamayız “ lafı havada kalıyor. Üstelik matematik olarak bakarsan, 4 milyonluk Avrupa Türklerinden olma bu sporcular; 82 milyonluk Türkiye de yetişen sporculardan çok daha başarılı.
Yani, babasının işi gereği Afyon’da doğup büyüyen bir İzmirli; İzmir kültürü değil Afyonlu kültürü gösteriyor.
Demek ki Almanya meselesi “Etnik” değil; tamamen doğumdan sonra alınan kültür ile alakalı bir konu.
Türkiye de çeşitli işlerde çalışan işçiler “üreticilik” açısından Almanya ya gidip orada çalışan Türk işçilerinin yarısı kadar üretici olamıyorlar.
Yani Almanlar bizim yapamadığımız öyle “bir şey” yapıyorlar ki, bizimkiler, hatta etnik Almanlardan bile daha üretici olabiliyorlar.
Bu “bir şey” ister sanayi ister spor her dalda “metodolojidir.”
Ülkede bu “metodolojiyi” bilenler de var ama onların pek esamesi okunmuyor.