Işık Cansu Canayak

05 Temmuz 2020

Bugünler yakında geçmiş olacak Deniz!

Deniz Bulutsuz'un yanında, kendimizin de hiç olmadığı kadar farkındayız. Sözel ya da fiziksel şiddete tahammülümüz artık yok, olmayacak da, tekrar hatırlatırız.

Nerede gördüm geçenlerde bu cümleyi, hatırlamıyorum. Birisi, ayrılığın ardından eski sevgilisi için, 'Şimdi tüm sırlarımı bilen bir yabancısın' diyordu. Belki de bir filmden alıntıydı, bilemiyorum. Bildiğim ise şu: Ayrılıklar, sahiden aşılması çok zor süreçler. Karşındaki sapasağlam duruyor ama senin hayatının akışı için artık ölmüş gibi olması gerekiyor. 15 dakika yürüsen onu görebileceğin bir mesafede, ama artık bunu yapman sana yasak. Kuralı böyle bu işin. Bu böyle. Yeni Zelanda'da yaşaması veya sana 10 dakika uzaklıkta olması arasında bir fark kalmıyor. Haliyle, akıl da bunu kolay almıyor. İster severek veya tükenerek, mantıkla veya über mantıksız, hatta senden kaynaklanan bir olay sonucunda -ama daha az zor ama göreceli azıcık daha kolay- günün sonunda insanı odunla döve döve dönüştürüyor mu? Dönüştürüyor. Öyle berbat bir şey ki, sırf bu keskin acı yüzünden yıllarca mutlu olmamaya, birine şans vermemeye 'tamam' diyebiliyoruz. Yalnızlığın senelere yayılan mutsuzluğu, ayrılma halinin verdiği bıçakla doğranmaya benzeyen akut acıya baskın geliyor. Süper kesmece kavun bir ruh hali bu.

Ah, 'onlar' neler neler söyler; sen bildiğin yola sarılacaksın be Deniz

Bu yarasanın kocaman, yapışkan kanatlarına benzeyen, korkunçlu cümleleri aklıma düşüren, geçen hafta sevgili Deniz Bulutsuz'un başına gelenleri cesaretle bizlerle paylaşması oldu. Aynı yayın grubunda farklı zamanlarda çalışmışız Deniz'le. Bir dolu ortak arkadaşımız var ama birbirimizi tanıma fırsatımız olmamış. Ozan Güven'i ise sadece Meryem Uzerli'yle birlikte yer aldıkları film için ikisiyle yaptığım röportajın sınırları dahilinde biliyorum. Deniz'in Instagram'daki paylaşımını, o gün yanımda olan yakın bir arkadaşım bize sesli okuyunca duydum ilk. Sonra, akşam eve gelince nerede ne kadar şey yazılmışsa olay hakkında, hepsine bakıp okumaya çalıştım ve bugüne kadarki günlerde de. Tablo, maalesef çok tanıdıktı ancak taraflardan biri çok ünlü olunca iş, haliyle -zaten olması gerektiği gibi- gündeme oturmuştu. Deniz'in anlattıklarının doğruluğundan bir an bile şüphe etmedim. Zira, hiçbir kadın böyle bir haberle gündeme gelmek istemez, çoğu öfke, haset ve karanlıkla beslenen Ekşisözlük yazarları zamanında (Beş sene kadar önce Nişantaşı'nın göbeğinde tinerci ayağımı yaktığında bana da bunu reklam için tezgahladığımı söylemişlerdi, çünkü böyle bir manşet çok daha fazla tıklanıyordu. Sadece onlar değil, başta Hürriyet olmak üzere o sırada ana akım başka hangi gazete varsa aynısını yaptı) bunları yazdığını hiç unutamadım. Bu adı geçen mecraların okuyucu yorumlarında da bugün Deniz için, 'Kim bilir bunu hak edecek ne yaptı, yaşı o kadar büyük adamla ne işi vardı, belki Ozan Güven'inki nefsi müdafaaydı' gibi cümleleri okurken, kenara attığımı sandığım tüm o öfke ve acım yüklükten kayan ağır yorganlar gibi kafama düşüverdi. Her strese girdiğimde olduğu gibi ellerim soğudu, dudaklarımın rengi attı. Tüm bunlar tanıdıktı, haksızdı, çok ama çok adaletsizdi. Onlara göre, bir kadın böylesi bir durumu medyaya taşıyorsa- fiziksel hasarını rapor etse dahi- muhakkak başka bir gündeme sahip olmalıydı. Bizlerin bir anası, babası yoktu. Bir tek onların doğruları vardı. Ya reklam yapmak ya hırsından karşısındakine zarar vermek, neyse işte, ama bu tarz çıkışlar, asla 'hak yerini bulsun' diye yapılmazdı onlara göre. Ah, işte onlar. Onlar… O can yakanlar. Hiç susmayanlar. Çünkü susmayarak yaşayanlar. Veya susmamaları için doyurulanlar.

Senle konuşma şansım olsaydı eğer…

Ben de polisin o bölgede uzun zamandır devam eden tinerci problemine karşı hiçbir şey yapmadığını bildiğimden, bari basına taşınsın da mecburen çözüm getirsinler diyerek kendim bizzat arayıp konuşmuştum Vatan'dan güvendiğim bir arkadaşımla. Orada sorun yoktu zaten, sorun, bu haberden sonra konuyu daha detaylı bilmek isteyen diğer mecralara güvenerek onları da evime buyur etmemle doğdu. Gerisi mi? Gerisi, seneleri kapsayan bir kabus. Dinledikleri ve gördükleri her şeye rağmen konuyu, benim tinerciye iftira attığım gibi bir yere taşıyacakları nereden aklıma gelebilirdi ki? Biz, hayatı, gazeteciliği böyle öğrenmemiştik ki. Deniz'i bire bir tanısaydım ve bu duyuruyu yapacağını bilseydim, onu başına geleceklere elimden geldiğince hazırlayabilmek isterdim. Uğrayacağı hayal kırıklıklarını, suçlanacağı saçmalıkları ve bunların canını Ozan'ın şiddetinden çok daha fazla yakacağını anlatabilmenin bir yolunu arardım. Belki de bulurdum. Bugünden sonra bu ülkeyle ilgili aynı hissedip davranamamama ihtimali olduğunu, benim tam da bu yüzden buralardan kaçtığımı söylerdim ona. Çok şükür ve ne mutlu ki, gördüğü destek, duyduğu kösteklerden çok daha büyük oldu. Ama yine de içimde eminim, içinde bu kötücül hallerin onu acıttığına.

Güçler eşit midir ki kavga adil olsun?

Bir saatten uzun bir süre fiziksel şiddete maruz kalmak nedir, düşünemiyorum. Farklı şekillerde ve uzun süre boyunca sözel şiddete maruz kalmışlığımdan yola çıkarak hem sözel hem de can yakan şiddetin kombinasyonu kalbime ağır geliyor, konuyu hızla kapatmak istiyorum. Hep böyle yaparım. Karşı taraf hangi argümanla gelirse gelsin, kadına -öyle veya böyle- şiddet uygulayan adamların ezber savunmaları zihnimde akıyor da akıyor şimdi. Tamam, adamın üstüne bıçakla yürürsek ona kendini savunma hakkı doğar, bunun adamı veya kadını yoktur, can güvenliği tehlikede olan her insan kendini savunur. Ama böylesi bir durum, kaç kez söz konusu olmuş olabilir ki duyduğumuz bunca korkunç kadına şiddet hikayesinde? Cevabım, sıfır. Hal bu değil ise, kadın onlara bir silahla gelip, bir bıçak çekmediyse yani, erkeğin kendini savunmak için vurması ve bu hareketi bir de üstüne savunması tam olarak neye denk gelebilir? Dövüşler bile taraflar benzer kilo ve boydayken yapılır, en çetrefilli karşılaşmalar öncelikle dengeyi gözetir. Bu şartlar altında, Ozan'ın söylediği her şey, ev yanarken kalan üç beş sağlam eşyayı kurtarmaya çalışmaktan ibarettir, fikrimce.

Bugünler de bir gün 'geçmiş' olacak

Deniz'in bu davadan alnının akıyla çıkacağına inanıyorum. Hatta biliyorum. Ruhsal tahribat da onarılacak elbet bir gün, her şey gibi bu da geçecek. Bugün durduğum yerden söyleyebileceğim tek şey, bu yalnızca Deniz'e değil, hepimize bir ders olsun. İlişkinin detaylarına kesinlikle vakıf değilim, altını çiziyorum, ancak sadece kendi deneyimlerimden ve duyduğum hikayelerden yola çıkarak tahmin ediyorum ki; Ozan, Deniz'e bu sınırları aşan, saygı tanımayan yüzünü ilk kez göstermemiştir. Olay bu denli yüksek ölçekli şiddete çıkabildiyse muhakkak öncesinde artçı depremleri olmuştur. (Tekrar söylüyorum, Deniz'in detaylarını asla bilmiyorum ve böyle olmamış olsa da, olay nasıl vuku bulmuş olursa olsun, sonuna kadar yaşadığı her acının yanındayım.)

Banyo paspasının üzerinde girilen bir yeni yıl

Benzer bir olay, yakın bir dostumun başına gelmişti. Bir yılbaşı gecesi tüm gece sözel ve fiziksel şiddetle bezeli bir kavganın içinde, gecenin sonunda banyo paspasının üzerinde uyumak suretiyle girmişti yeni seneye. Onun, yaşadığı haksızlığa karşı dayanamayıp adama attığı tokada adam tüm fiziksel gücüyle, sarsmalarla ve ittirmelerle karşılık vermişti. Sanki nefsi müdafaaya ihtiyacı varmış gibi. Sanki eşit fiziksel güçlere sahiplermiş gibi. 'Bir anda oldu' demişti adam sonra, 'bir anda.' Tamam da dayıcım, kazalar da bir anda olmaz mı zaten? Bir ters hareketle, bir yanlış hareketle ölüm, bir anda gelmez mi? O bir 'an' belki hayatın ta kendisidir, yolların ayrıldığı, kaderin saptığı yerdir. Kontrol edeceksiniz o anları annem, edeceksiniz. Böyle böyle, işte, Deniz konuştukça, Melis susmadıkça, Nurtaç kendi kanıyla yere potansiyel katilinin adını yazdıkça, siz de öpe öpe kontrol neymiş öğreneceksiniz.

Bu, bir ego çığlığı değilse nedir?

Bu aslında nedir, biliyor musunuz? Karşısındakinin onu yeterince istemediğini, sevmediğini, belki bir başkasını unutamadığını ve yine sorulsaydı yine onu tercih edeceğini alttan alta sezen adamların, istedikleri kadar istenmemek karşısında attıkları acıklı, 'neden en çok beni sevmedin, ben onun kadar iyi değil miyim?' histerisidir. Bu, belki başka sosyal sınıflarda, 'neden sözümü dinlemiyorsun, sana böyle yapma demedim mi' diye ses bulan, gözü dönen ve bildiği dilde elinin doğuştan güçlü olduğu 'kas gücü' kartını oynayan adamların ezilen ego çığlığıdır. Attığı yumrukla senin tenin morarır belki, ama onun da egosu öyle bir darbe alır ki, hırsını bir sonraki insandan çıkararak rahatlar. Ve birileri buna dur demedikçe, bu maalesef böyle sürüp gider. Bu yüzden Denizler değerlidir, çok değerlidir.

Hepimize ders olsun

Deniz'in bu yaşadığı hepimize ders olsun: Saygısızlık, sınır ihlali, haddini aşma halleri ilk sinyallerini vermeye başladığında bir silkinelim, derhal uyanalım. Hemen ayrılmak olmaz belki, oturup konuşulur önce. Ha, bunlar konuşulamıyorsa, zaten alınacak yol bellidir, kafa karışıklığına dahi gerek yoktur. Konuşulabiliyorsa şayet, ama değişen hiçbir şey olamıyorsa, eyleme geçmeyen sözlerin hiçbir zaman bir manası olmadığını, hayatta karşılığı olamayacağını hatırlatmalıyızdır kendimize, birbirimize. İnsan nüanslar halinde değişir belki, evet mümkündür, aynı rengin biraz açığı, biraz koyusu olabilirler; ama o renge sahip olduğu gerçeği çok zor değişir, dövme gibi olmuş renkler silinmez. İşte bu durumlarda kalkıp gidebilmeyi bilelim ne olur, bildirelim yakınlarımıza, ayrılık ne kadar çakı gibi kesse de yaşayalım geçelim onu, sağ çıkarız muhakkak. Konforsuzluk ve huzursuzluk konfor alanımız olmasın. Bunlara alışmayalım. Sevmek böyle bir şey olmasın. Alışacağımız şeyler, güzellikler, naiflikler olsun. Zor adamları yola getiren, iyi huya çeken kadınlar olmak zorunda değiliz. Kimseyi şifalandırmak gibi bir mecburiyetimiz yok. Hayat zaten çok zor, zaman ise tarifsiz bir hızla geçiyor. Dediğim gibi, ilişkinin detaylarını bilmiyorum, belki de bu Deniz'in Ozan tarafından maruz kaldığı ilk ve son saygısızlık olmuştur. Sadece benimki, bu yapıdaki bir erkeğin, bunun birlikte olduğu kadına bir sene içindeki ilk saygısızlık olmadığı tahmini. Ve bu noktada, kendi sineye çektiklerimi, arkadaşlarımın, 'öyle demek istememiştir, aslında beni çok seviyor, bu kez hatasını gerçekten fark etti' ve benzeri cümleler ile kaçınılmaz olan ayrılığı öteleyişlerini hatırlıyorum. Kendi saçmalıklarımı da. Deniz'e kendimce tam da burada sesleniyor ve onu sarıyorum. Bu bize öğreti olsun, Deniz'in acısı bunun için bunları yaşanmış olsun ki boşa gitmesin. Şiddetin fizikseli veya sözeli, bir keresi veya bini olmazmış… olmuyor işte. Görelim. Hoş görmeyelim. Sineye çekilen saygısızlıklar, büyüye büyüye yine bize dönüyor, normalde bizi yıkmayacakken bizi kahredecek güçlere ulaşabiliyormuş… Öğrenelim.

Çok iyi olacaksın!

Bu ülkede insanlar maalesef kötülükten, fitne ficurdan, dramadan beslendikleri için; bir kadının sadece başına gelen olayı emsal bir vaka olarak, hak yerini bulsun diye dile getirme cesareti gösterebileceğini kavrayamazmış… kavrayamıyor. Olsun, varsın. Boş verelim herkesi, bazı doğrular öznel değildir, bilelim. Aşk ne kadar büyük olursa olsun, bazı şeyleri telafi edemezmiş, boş verelim aşk sandığımız her şeyi, çünkü, yetmezmiş, sevmek böyle bir şey asla değilmiş, hiç unutmayalım. Ama neymiş, biz yine de çokmuşuz, az değilmişiz, bir şekilde biz bize yetermişiz, güvenelim. Çok geçmiş olsun Deniz ve inan bana bir gün, bunlar sahiden geçmiş olacak. Ruhunda birkaç tırnak iziyle, bu kötü anı geçmişe ait bir şey olacak. Cesaretin için teşekkürler, birbirimizin acılarından bir şeyler öğrenebilmeyi hatırlattığın için de. Çünkü tıpkı Eleanor Roosevelt’in dediği gibi, “Hayat tüm hataları tek başına yapmak için çok kısa.” Hata yoktur gerçi, yine de geçirilen tüm güzel günler yanına, yanımıza kardır. Böyle düşüneceğiz. Dönüşeceğiz. Çok iyi olacaksın. Yanındayız.