İrfan Yalın

22 Haziran 2019

İstanbul'da belediyenin hikâyesi

İstanbul’a giren Fatih’in ordusu, bugünkü Büyükşehir Belediyesi civarına yerleşmişti

Seçim sonuçları iptal edilince, dünyada ve Türkiye’de hem seçimlerin hem de belediyeciliğin kültür tarihi üzerine yazdığım bir önceki yazım da eskimiş oldu. Ben de günün anlam ve önemini dikkate alarak, Osmanlı döneminden başlayan bir süreç içinde, İstanbul Belediyesi hakkında derlediğim bazı yaşanmışlıkları, bölük pörçük hikâyeler olarak da olsa, sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Bugün vereceğimiz oylarla seçeceğimiz başkanın çalışacağı o büyük bina var ya; orası ve çevresi tarih boyunca çok önemli olaylara sahne oldu. Gözünüzün önüne getirin o binayı ve orayı merkezine alacağınız genişçe bir daire çizin aklınızda. İşte anlatacaklarım büyük ölçüde orada geçiyor!

İstanbul’un fethinde, Vezir Mahmud Paşa ile Unkapanı tarafından şehre giren yeniçeriler, bayraklarını bu bölgeye dikmişler. Ünlü Fevziye caddesinin de adı buradan geliyor zaten; batı dillerindeki “victory” kelimesinin karşılığı olan “zafer” anlamında... 

Daha sonra Fâtih Sultan Mehmed’in, bugün Şehzadebaşı diye anılacak mahalde ve Aksaray semtinde iki adet kışla yerleşimini yaptırmaya başladığı biliniyor. Şehzadebaşı’nda olan kışlaların inşası daha önce bitirildiği için buraya “Eski Odalar” Aksaray tarafındakilere de “Yeni Odalar” denmiş. Bu yerleşim Sultan 2. Mahmud zamanında,  yeniçeri - kapıkulu ocaklarının çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırılması ile sonuçlanan ve Vak’a-i Hayriye yani “hayırlı olay” diye anılan büyük çatışmaya kadar devam etmiş. Kimine göre katliam, kimine göre de modernTürkiye'nin başlangıcı olarak görülen bu çarpışmalarda hayatını kaybedenlerin kesin sayısını vermek mümkün değilse de, toplam sayı, binlerle hatta on binlerle ifade edilmekte.  O günlerde İstanbul’da yaşayan yabancıların da merakla takip ettiği bu sürecin “Asâkir-i Mualleme-i Mansûre-i Muhammediyye” adlı yeni ordunun kurulmasını, Tanzimatı ve sonrasındaki modernleşme hareketlerini tetiklediği biliniyor.

 Osmanlı’da “belediye hizmetleri” kadılar tarafından yapıldı

İstanbul'un ilk kadısı Hızırbey Çelebi olmuş ve Osmanlı devrinde İstanbul'da 422 kadı görev yapmış. Osmanlı yönetimi belediyecilik hizmetlerine yapacağı tayini şehri emanet edecek şekilde düşünmüş. Belediyeciğin “Şehremini” olarak anılması Cumhuriyet döneminde de bir süre devam etmiş ve Osmanlıdan devir alınan kavramlar arasında yıllarca yerini korumuş. Bence başkandan daha nazik bir sözcük “emin”. Ardında emanet var, -sanki- emanete hıyanet edilemeyeceği beklentisi var! 

Osmanlı devrinde, son derece dar bir çerçevede görülüp, bugün anladığımız anlamda olmasa da, çöp toplamak, su birikintilerini kireçle ilaçlamak, gıda ihtiyaçlarının halka erişimini sağlamak gibi şehrin yaşayan ihtiyaçlarını karşılama görevi kadılara verilmiş. İstanbul'un o günkü ihtiyaçlarını karşılamak, gerekli hizmeti organize etmek amacıyla görevlendirilmiş kadısı, hiyerarşide son derece üst makamdaymış ve direk olarak sadrazamdan emir alırmış. Gerekli insan gücü de yeniçeri ocağından karşılanır, yeniçeri ocağındaki subaşı, böcekbaşı, mimarbaşı ve çöp subaşısı gibi bölümlerde çalışan askerler de bu görevlerde çalıştırılırlarmış.

Büyükşehir Belediyesinin sayfasında, kendi tarihine dair derlenmiş güzel bir çalışma var. Orada, İstanbul’un Pay-i Taht görüldüğü, yani imparatorluğun başkenti olarak kabul edildiği 1453 tarihinden 1831 yılına kadar, kayıtlarda, devlet ricali ve memurları arasında “Şehremini” ismine tesadüf edilmediğini yazılıyor. Fakat burada ilginç bir detay var; İstanbul’un fethinden önce başkent edinilmiş olan Bursa ve Edirne’de de şehremini unvanı ile görev yapan bir memura rastlanmamış. Bu konuda araştırmaları olanlar, şehremini unvanının ve bu unvana biçilen görevin İstanbul’un Doğu Roma döneminden, yani Bizans’tan kaldığını düşünüyorlar. Zaten şehreminlerinin devlet binalarının tamirlerinden de sorumlu oldukları, surların üzerindeki kitabelerden anlaşılmaktaymış.

Batı tipi belediye eksikliği Kırım Savaşı’nda hissedildi

1800’lü yıllara gelindiğinde, büyüyen İstanbul’un sorunlarına yetemeyen bu geleneksel yapının şehir sakinlerinin gereksinimlerini layıkıyla yerine getiremeyeceği görülmüştü. Hem İstanbul halkı, hem de İstanbul'a gelen Avrupalı ziyaretçiler bu durumdan şikâyetçiydiler. Devlet ricali de bu gibi tenkitleri sık sık işitiyordu. Kırım Savaşı sırasında sayıları artan yabancıların da etkisiyle 1855 tarihinde Avrupa belediyeleri tarzında bir Şehremaneti kurulması gündeme gelmiş. Meclis-i Ali-i Tanzimat kararıyla 16 Ağustos 1855 tarihli Takvim-i Vekayi’de yayınlanan resmi tebliğle kurulan,  ’şehremaneti’’ ile ‘’şehir meclisi’’ çağdaş belediyecilik arayışının bir başlangıcı olmuş.

Şehremanetinin kendine ait gelir kaynakları olmadığı için tüm hizmetler devlet bütçesinden karşılanıyordu. Yani bugünkü gibi vakıflara aktarılacak kaynağı yoktu! Bu ilk girişim başarılı olamamış ve bir yıl sonra Şehir Meclisi teşkilatı lağvedilmiş. 1857 yılında, Avrupa’da bulunmuş ve şehircilikle ilgili konularda da bilgi sahibi olan kimselerden oluşturulan bir komisyon kurulmuş ve İstanbul’da belediyenin ne tarz ve şekilde olması gerektiğine dair görüş belirtmesi istenmiş. 

Sonucunda İstanbul'u on dört belediye dairesine bölen ve 28 Aralık 1857 günlü nizamname ile bir bakıma ‘pilot bölge’ belirlenen, Pera-Beyoğlu-Galata çevresine hizmet verecek Altıncı Belediye Dairesi bir süre için Şehremaneti’nin temel hizmetlerini üstlenmiş.

Belediye’nin bulunduğu yer Osmanlı döneminde sanatçı ve yazarların uğrak yeriydi

 Büyükşehir Belediyesinin yerleşim yerinin çok önemli olduğunu söylemiştim. Osmanlının özellikle Tanzimat sonrasında yeşeren kültür hayatında bu bölgenin çok önemi oldu. İstanbul’un Batıya benzemeye çalışan yanı olan Pera Bölgesine karşı, gelenekselliğini yaşatmaya çalışan yüzü hep burada yeşerdi.

Güllü Agop olarak tanınan Agop Vartovyan, Ebüzziya Tevfik, Recaizade Mahmut Ekrem, Namık Kemal, Ahmed Midhat Efendi, Teodor Kasap, Ahmed Vefik Paşa, Ahmed Fehim, Ahmed Necib, Muhterem Efendi, Kel Hamid, Kavuklu Hamdi, İsmail Hakkı, Küçük İsmail ve ne kadar yazsak da hep eksik kalacak değerli isimleri bir araya getiren Gedikpaşa Tiyatrosu buraya yürüme mesafesinde oldu. Türk tiyatro tarihinde önemli bir yeri olan ve Namık Kemal’in “Vatan yahut Silistre” isimli eserinin ilk defa oynandığı Gedikpaşa Osmanlı Tiyatrosu İstanbul kültür hayatının yıllarca nabzını tuttu, İstanbul halkını tiyatro ile buluşturdu.

Bu bölgede beni en çok heyecanlandıran mekânlardan biri de “Fevziye kıraathanesi”. Araştırmacı yazar, koleksiyoner büyüğüm, değerli hocam Sayın Burçak Evren’in bu konudaki araştırmasını ilk okuduğumdan beri bu kıraathane hep aklımda kaldı. Şehzadebaşı Caddesi ile Fevziye Caddesinin bitiştiği köşede yer alan Fevziye kıraathanesi, döneminin bir çeşit kültür -sanat merkezi işlevini üstlenen, edebi metinlerde adından söz ettiren ve tüm saygın sanatçılarını ağırlayan popüler bir mekân olmuş. 1880’lerde faaliyete geçen ve en parlak devrini 1855 ile 1900 yılları arasında yaşayan kıraathane, 1930’lara kadar varlığını sürdürmüş, sonrasında yıkılarak bir arsaya dönüştürülmüştür. Dönemin ünlü müzik ve edebiyat değerlerini bir araya getiren bu mekânın Türk sinema tarihi açısından da önemli bir yeri var. Ülkemizdeki ilk film gösterisi 12 Aralık 1896’da Beyoğlunda İstiklal Caddesinde, Galatasaray Lisesinin karşısındaki Sponek Birahanesi’nde gerçekleştirildi. Çok kısa bir süre sonra, 9 Şubat 1897’de Şehzadebaşı’ındaki Fevziye Kıraathanesi’nde aynı gösterim yapıldı, İstanbul’un geleneksel yüzü desinematografi ile tanıştı.

 Belediye’nin sanata destek olma isteği de yeni değil

Ustadan çırağa geçen, gelenek ve görenekle ilerleyen müzik gibi, tiyatro gibi temaşa sanatlarının anca disiplinli ve metotlu bir çalışma ile yapılırsa geleceğe iz bırakacak şekilde ilerleyebileceği düşüncesi İstanbul şehremini operatör Doktor Cemil Topuzlu Paşa tarafından ortaya atılmış. Ve bu iş için bir batılı uzmanın görevlendirilmesi düşünülmüş; Paris`teki Odeon Tiyatrosu müdürü Andre Antoine İstanbul`a çağrılmış. Sehzadebaşı `nda, bir apartmanda başlaması kararlaştırılan bu çalışma, bir belediye tiyatrosu kurma düşüncesini de kapsayacak şekilde ilk konservatuvar teşebbüsü olarak kalmış. Çünkü aynı sıralarda Birinci Dünya Savası ilan edilmiş, Darülbedayi`nin açılışı ertelenmiş, Andre Antoine ülkesine geri dönmüş.

 “Büyükşehir Belediyesi” kavramı 12 Eylül darbesi sonrasında oluştu 

12 Eylül 1980 ihtilali ile büyük kentlerdeki semt belediyelerinin, halka hizmet götüremedikleri gerekçesiyle, Sıkıyönetim Komutanlarının koordinesinde ve onların emredecekleri şekilde ana belediyelere bağlanması öngörülmüş. Üç yıl süren askeri yönetimde belediyeler konusundaki kararın ilki, belediye organlarının feshine ve belediye başkanlarının atanmasına ilişkin.

Askeri yönetimlere karşı duyduğum alerjiden mi bilmiyorum, Büyük Şehir Belediyesi oluşumunu bir türlü anlamadım. Yani düşünün İstanbul'daki ilçelerin bazı ana caddeleri Büyükşehir Belediyesinin, diğerleri ise yerelin. Bana göre sık sık ülkenin kronik belası olarak gösterdiğim “sürdürülebilir istikrarsızlığın” ana kaynağı “sistemli bir sistemsizlik, bilinçli bir eğitimsizlik”. Ne dersiniz, hiç bir şekilde çözülemeyen sorunlar, aynı şekilde temcit pilavı gibi karşımıza çıkan kronik problemler ve yarınlardan umut beklemeyi engelleyecek beklentisizlik düşüncelerini sizler de yaşıyor musunuz?  

Gerek akademisyenler gerekse de benim gibi amatör araştırmacılar için arşivlerdeki evrakların yanı sıra efemeraların da önemi çok büyük. Neredeyse çöpten çıkarılan evraklarla sinema tarihinden siyaset alanına, tiyatrodan müziğe, ünlü şahsiyetlerin hayatından farklı yaşanmışlıklara kadar her alanda tarihe iz düşecek bilinmeyenler ya da bilineni değiştirecek bilimsel veriler çıkabiliyor. Koleksiyonlardan çıkan verilerle geçmişin izini sürmek ve geleceğe ışık tutmak hem zevkli, hem de toplumsal yararları nedeniyle faydalı. Bu nedenle ne olduğunu tam olarak bilmediğiniz evraklarınızı mutlaka bilenlere gösterin, koleksiyonerlerle paylaşın. Belki de; bilinenleri çöpe atıp yenisini yazdıracak kudret elinizdedir...

Güzellikleri biriktirmenizi dilerim!..